Ya ALLAH

Anasayfa Kimler Online Bugünki Mesajlar Forumları Okundu Kabul Et
Geri git   İBADET REHBERİ FORUM > --=EDEBİYAT ve KÜLTÜR=-- > Kitap ve Dergi Bölümü

Kitap ve Dergi Bölümü Kitap ve Dergi Paylaşımları (Roman) v.s

Konu Kapatılmıştır
 
Seçenekler
  #11  
Alt 08-02-2008, 13:12
TÜRKER - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
TÜRKER TÜRKER isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Forum Yönetim
 
Üyelik tarihi: Dec 2007
Bulunduğu yer: @TÜRKER
Mesajlar: 1,124
Post düzceli mehmet(12)

MEHMET'İ DAVET ETTİM

Evim, çalıştığım yerde değildi. Bunun için hafta sonunu geçirmek üzere, Mehmet'le birlikte evimin olduğu şehre gitmiştik. Kısa ama, çok anlamlı ve çok dostane bir yolculuk olmuştu. Artık Mehmet, hafta sonu için benim misafirimdi. Hafta sonunu geçirdikten sonra, tekrar üniversiteye birlikte dönecektik.
O akşam yemeğinde bir başka atmosfer vardı. Sanki Cenab-ı Hak, bir çok güzelliği ve bir çok güzel gelişmeyi yan yana getirmişti. Mehmet, sofraya gelen çeşit çeşit yemeklerden, ikramlardan ve etrafın sâde, tertipli ve düzenli oluşundan çok etkilenmişti.
Biraz da abartarak;
"Hocam kendimi peri masallarında gibi hissediyorum, dedi. Sofranın tertibi ve düzeni, yemeklerin lezzeti, odanın estetik tanzimi, bizleri mahcup eden nezaketiniz... Yapmayın artık mahcubiyetimden dolayı rahat bile değilim.
Tabi ki o da bana iltifat ediyordu. Her şey anlattığı gibi değildi. Çok zeki bir gençti, neyi, ne zaman söyleyeceğini çok iyi biliyordu.
Yemekten sonra çaylarımızı yudumlarken, tatlı bir sohbet başlamıştı. Basit, havadan sudan açılan sözler, gelip önemli konulara dayanmıştı.
Çok ciddi konular birer birer telaffuz edilirken, Mehmet önemli bir şey keşfediyormuş gibi;
"Hocam, bu gece çok uzun olacağa benziyor, diye bir tahminde bulundu.
Ben de,
"Yarın Cumartesi. Nasıl olsa okul tatil. Hem gecemiz bol, hem de gündüzümüz, dedim.
Mehmet devam etti.
"Her zaman böyle, müsait bir zemin bulmak zor. Bu geceyi çok ciddi bir şekilde değerlendirmemiz lâzım. En azından kendi açımdan öyle düşünüyorum. Ben herkesle önemli konuları konuşmam. Ama siz istisnasınız. Çünkü, olayları ele alış biçiminiz ve karşındakine verdiğiniz değer beni çok etkiliyor.
Hocam eğer müsaade ederseniz konuya şuradan başlamak istiyorum:
Sizlerin, görüş ve düşüncenizi az çok biliyorum. Din ve Allah eksenli bir görüşü savunuyorsunuz. Ben de bunun tam tersini savunuyorum.
Bu sözün burasında araya girdim.
"Affedersin Mehmet, dedim. Aslında hem de sizinle ilgili bazı tahminlerim var ama, yine de tam anlamıyla seni tanımış değilim. İsterseniz felsefenizin temellerini, ne istediğinizi kısaca özetleyiniz. Bu şekilde görüşlerinizi daha yakından tanımış oluruz.
"Hocam dedi, Mehmet. Benim felsefem; yani "Kuralsız Gençlik" felsefesinin temel görüşleri şudur:
"İnsan dünyaya bir kez gelir. Bunun için de istediğimiz gibi bir hayat yaşamak istiyoruz. İstediğimiz hayata engel olacak olan her türlü toplumsal ve ilahî kanunları yok sayıyoruz. Kanunlar, kurallar ve dînî anlayışlar, insanların önlerine çeşitli engeller ve yaptırımlar koyuyorlar ve tam lezzet ve keyif almamıza mâni oluyorlar. Bizler de, istediğimiz şekilde yaşayabilmemiz ve hayatın tadını çıkarabilmemiz için, Allah'ın ve dînin olmadığını, kuralların lüzumsuz olduğunu, en ideal yaşamanın KURALSIZ YAŞAMAK olduğunu düşünüyoruz."
Özet olarak böyle şekillenen "Kuralsız Gençlik" felsefesi, gerçekten toplumu ve toplumsal değerleri tehdit ediyordu. Bu sözleri dehşetle dinlemiştim.
Bunlara karşı nasıl tedbir alınabilirdi?
alıntı.....
__________________



Forum Kuralları - Forum İlkeleri

Ey nefsim! Deme "Zaman değişmiş, asır başkalaşmış,herkes dünyaya dalmış,hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur." Çünkü ölüm değişmiyor..

Hem deme : "Ben de herkes gibiyim" Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder.
Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır...
  #12  
Alt 08-02-2008, 13:14
TÜRKER - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
TÜRKER TÜRKER isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Forum Yönetim
 
Üyelik tarihi: Dec 2007
Bulunduğu yer: @TÜRKER
Mesajlar: 1,124
Post düzceli mehmet(13)

HASTALIğA GÖRE ÇARE SUNULMALIYDI

Kaba kuvvetle, cezalandırmakla, okuldan atmakla ve korkutmakla bu ve benzer bir akımın önüne geçilemezdi.
Problem nerede başlamışsa tedavi de orda yapılmalıydı. Bu prensip gereği, bu gençlik; bir genci elde edebilmek için öncelikle "inkârcılık ve sefahati" bir araç olarak kullanıyordu. Dinin ve Allah'ın olmadığını, istediğin gibi yaşanabileceğini savunan bir akıma karşı; akıl, mantık ve bilim yoluyla Allah'ın ve dinin varlığını ve lüzumunu; gayri meşrû yerlerdeki keyif ve lezzetin insanları mutluluğa değil, daha kötü sonuçlara götüreceğini izah ve ispat etmek lâzımdı. Ancak bu şekilde bu fikrî hareketin önüne geçilebilirdi.
Karşımda oturan, ve bu hallere düştüğünden ve böyle bir görüşe sahip olduğundan dolayı çok acıdığım Mehmet'e bir soru sordum:
"Allah ve dini inkâr etmekle, bütün kuralları çiğnemekle, her türlü yaşayış şeklini pervasızca yaşamakla, nasıl istisna bir huzur ve mutluluk buldun? Bunun için vicdânen ve aklen rahat mısın?
Başını eğdi ve bir müddet nereden başlayacağını hesapladı.
"Evet hocam dedi, rahatım. En azından rahat olmaya çalışıyorum.
Daha fazla konuşmak istemedi. Rahat olduğunu söylese de rahat olmadığını kendisi de biliyordu, biz de biliyorduk.
Devam etti.
"Hocam, sizin görüşlerinizin az da olsa bildiğim için sormak istiyorum.
Bu âlemin ille de bir yaratıcısı mı olması lâzımdır. İşler kendi kendine olamaz mı? Sistem kendi kendini geliştiremez mi? Yani, mutlaka bir Allah'a ihtiyaç mı var?
Bu soru, materyalizm ve inkârcılığın temelini teşkil ediyordu. Belki de bu soru, esas konuya girmek için bir başlangıç olacaktı. Veya Mehmet, bu soruyla beni tartmak istiyordu.
Kafadan ve hâyâli konuşmuş olma izlenimi vermemek için, konuyla ilgili olarak kütüphanemde bazı kitaplar indirerek konuyu ele aldım. Bu konuyla ilgili temel referans kitapların başında Risâle-i Nûr eserleri geliyordu.
"Bu soruyu daha da netleştirmek için, şu iddiayı bir hareket noktası kabul edelim.
"Allah vardır, kâinatı o yaratmıştır. Kâinatın bir başlangıcı vardır. Bir de sonu olacaktır. Kâinat ne kendi kendine olmuştur, ne sebepler yapmıştır, ne de tabiat yapmıştır."
Şimdi siz iddianızı ifade ettiniz. Bende buna cevap olacak bir iddia ileri sürdüm. Ben iddiamı akıl, mantık ve bilim temelinde ispatlamaya çalışacağım.
Yalınız bu sohbetimiz bir temel kazandırmak için, karşılıkla münakaşa şeklinde değil de, konuşan sözünü bitirsin, ondan sonra diğer taraf söz alsın.
Sohbetimizin temelini ise, bilim, akıl ve mantık ölçüleri oluştursun. Yani; iki kere ikiye dört diyelim İki kere ikiye altı dersek, hiçbir sonuç elde edemeyiz.
Mutâbık kaldık.
Önce kâinat yaratılmış mı? Yaratılmamış mı? Yani madde ezelî mi, yoksa bir başlangıcı ve yaratıcısı var mı? Buradan başlayalım, dedim.
Mehmet başını sallayarak:
"Tamam, dedi.
Devam ettim.
"Son yıllarda, özellikle Batılı bilim adamları, Kur'an'ın yaratılış konusundaki görüşüne en uygun açıklamalar yapan Big Bang teorisini savunmaya başlamışlardır.
alıntı..............
__________________



Forum Kuralları - Forum İlkeleri

Ey nefsim! Deme "Zaman değişmiş, asır başkalaşmış,herkes dünyaya dalmış,hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur." Çünkü ölüm değişmiyor..

Hem deme : "Ben de herkes gibiyim" Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder.
Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır...
  #13  
Alt 08-02-2008, 13:16
TÜRKER - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
TÜRKER TÜRKER isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Forum Yönetim
 
Üyelik tarihi: Dec 2007
Bulunduğu yer: @TÜRKER
Mesajlar: 1,124
Post düzceli mehmet(14)

KAİNATIN BİR BAŞLANGICI VARDIR, BİR DE BİTİŞİ OLACATIR

Big Bang, kâinatın bir başlangıcı olduğu gerçeğine dayanmaktadır.
"Büyük Patlama" olarak da bilinen Big Banga göre uzay ve galaksiler, başlangıçta sıcak ve sıkışık tek bir madde olarak yaratılmıştı. Bu madde dehşetli bir patlamayla uzaya serpildi. Bunlar, kâinatı teşkil edecek olan enerji ve madde parçacıklarıydı. Sonra, madde parçacıkları ve radyasyon, kurulmakta olan kâinatın modeline uygun şekilde ve nispette taksim edildi. Zemin hazır olunca atomlar, önceden tayin edildiği aşikâr olan düzenli bir model üzerine kuruldu. Fizik ve kimya kanunları olarak bildiğimiz mekanizmalar işletildi. Proton, nötron ve ağır elementler husûle geldi. Yıldızlar doğdu, güneş ortaya çıktı. Galaksiler teşekkül etti.
Son yıllardaki araştırmalar, kâinatın hızla genişlediğini, galaksilerin birbirinden uzaklaştığını göstermektedir. Bu genişleme olayı tersine çevrilse, bir büzülme görülecek ve bütün kâinat bir madde haline gelecektir.
Bu araştırmalar, kâinatın bir 'sıfır' noktasında başladığını göstermektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'de, göklerin ve yerin altı günde, dünyamızın ise iki günde yaratıldığı ifade edilmektedir.
Tabi buradaki gün tabiri, Allah'ın bildiği 'devir ve safha' mânâsındadır. Kur'ân'da bizim günümüzle 'bin' hatta 'elli bin' seneye denk olan günlerden bahsedilmektedir. Yani Kurân'daki bu ifadeler, yaratılış safhalarına işarettir.
Cenab-ı Hak, ilk önce su gibi akıcı olan ve kâinatın her tarafını kuşatmış bulunan 'esir' maddesini yaratmış, gökleri ve yerleri bu 'esir' maddesinden inşa etmiştir.
Asrımızın çok kıymetli bir âlimi olan Bediüzzaman Hazretleri de kâinatın ilk yaratılış maddesi olan cevherin ne olduğu konusuna, Hud Sûresinin 7. Âyeti ile işaret ederek şöyle demiştir. 'Cenab-ı Hakkın arşı, su hükmünde olan esir maddesi üzerinde imiş. Esir maddesi yaratıldıktan sonra, Sani'in ilk icatlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani, esiri halk ettikten sonra cevher-i ferde (atomlara) kalbetmiştir.
Bediüzzaman, esirin mahiyetinden bahsederken, akıcı bir su gibi, mevcudatın aralarına nüfuz etmiş bir maddedir görüşünü ileri sürmektedir. Ayrıca, elektrik, ışık, sıcaklık ve çekim kuvveti gibi lâtif ve akışkan maddelerin esirden yapıldığına ve böylece kâinatın her tarafına yayıldığına işaret etmektedir. (Detaylı bilgi için bak, İşârâtü'l-I'caz s. 194; Sözler s 605.)
Esir maddesi, hiçlikten yaratıldıktan sonra Cenab-ı Hakkın ilk icatlarına temel olmuş ve atomlar bu maddelerden halk edilerek gaz, sıvı ve katı hallerde hizmete koşturulmuştur. İlk olarak katılaşıp, hizmete hazırlanan gezegen ise dünyamızdır.
Gökyüzündeki yıldız ve gezegenler, uzun müddet önce gaz, sonra sıvı halinde bir ateş kütlesi olarak kaldığı halde, yeryüzü hepsinden evvel katılaşıp kabuk bağlamış ve hayata zemin teşkil etmiştir. Bu itibarla dünyamızın yaratılışı ve teşekkülü, sema vattan ve diğer gezegenlerden evveldir.
"Arz ve sema vat birbirine yapışık idiler. Sonra biz onları birbirinden ayırdık' meâlindeki âyetin ifâdesinde, başlangıçta dünyamızın ve sema vatın birbirlerine yapışık oldukları ve sonra birbirlerinden ayrıldıkları anlaşılmaktadır. Bu ifade, modern ilmin izahına da çok uygun düşmektedir.
Enbiya Sûresinin 30. Âyetinde, 'Her şeyi sudan yarattık' şeklindeki ifâdeyi, birçok âlim, "Bu su, esir maddesine işarettir' demiştir. Çünkü esir maddesi su kadar akışkan, ince ve lâtif bir maddedir.
Mehmet müdahale etti:
"Hocam, yine de ben bu 'yoktan yaratma' ifâdesini kabullenemiyorum. Yani bir şey nasıl 'yoktan' yaratılır. Yok demek, maddesiz demektir. Maddesi olmayan bir şey nasıl yaratılır?
"İzah etmeye çalışayım, diyerek devam ettim.
Cenab-ı Hakkın iki tarzda icadı vardır; Birisi 'ibda', yani hiçten, yoktan yaratmak, icat etmektir. Diğeri ise 'inşa', yâni yaratılmış unsurları bir araya getirmek suretiyle yeni bir mahluk ortaya çıkarmak, yaratmaktır.
Bütün maddenin özünü meydana getiren ve kâinatın ilk cevheri durumunda bulunan 'esir' maddesi yoktan yaratılmıştır. Bu madde, İlâhi hikmetle infilak ettirilmiş, atom, enerji ve diğer temel parçacıklar vücuda getirilmiştir. Bu ilk yaratma işi, bir defaya mahsus olmak üzere yapılmış ve 'inşa' dediğimiz, eşyanın mevcut elementlerden yaratılması kapısı açılmıştır.
Artık şu an, zerratın 'yok'tan yaratılması bahis mevzu değildir. İlk yaratılışta madde lâzım olduğu kadarıyla bir defaya mahsus olarak yaratılmıştır. Ancak her baharda yeniden vücut bularak canlanan milyonlarca bitki ve ağaç; şekil, renk, model, koku ve ağaç, bir bahar öncesinin durumuyla tıpa tıp aynısı değildir. Bunlar her bahar 'yok'dan yaratılır.
Fakat, 'ol' emriyle, 'yok'tan yaratılış hususunun mâhiyetini iyi bilmek lâzımdır. Bir kere bize göre yok olan bir şey, maddi bir vücut sahibi olmasa da, Allah tarafından bilinmektedir. Çünkü, Cenab-ı Hakkın ilim sıfatı muhittir, yani her şeyi içine alır. Dolayısıyla, İlâhî ilim dairesinin dışına hiçbir şey çıkamaz. Bu ilim dairesinden maddi vücut dairesine çıkan bir şey, bize göre 'yok'tan var edilmiştir. Ama bunu hiçbir zaman mutlak 'yok'luk şeklinde tasavvur edemeyiz.
"Hocam, burayı biraz daha açar mısın? dedi.
"Şöyle diyelim, diye devam ettim. Bir şeyin modeli, örneği, misli ve emsali hiç yokken yaratıldığını düşünelim. Bu hâdise bize göre 'yok'tan, hiçlikten yaratılmaktır. Ancak bize göre modeli ve emsâli olmayan bu şey, İlâhî ilim dairesinde mevcuttur. Bu mahluk, maddi bir vücut giyip, madde âlemine çıkmayınca, biz onu bilemiyoruz. Çıkınca da, hiçlikten yaratıldı diyoruz. Fakat bu bizim akıl kapasitemizin tespitidir. Ve bize göre yokluktan yaratılmıştır. İlâhî ilim dairesine göre değildir. Çünkü, onun dairesinde o mevcuttur. Yalnızca vücut giymemiştir.
Mehmet, hızlıca arya girdi.
"Allah, mevcut bir maddeyi nasıl yok eder? Yok ediyorsa, örnek gösterin. Edemiyorsa (hâşâ) bir şeyi yok edemeyen, nasıl yaratıcı olur?"
Sakin bir şekilde devam ettim:
"Her baharda yeniden yaratılan milyonlarca bitki ve ağacın dal, yaprak ve meyvelerinin tipi, kokusu, şekli, modeli ve kendilerine has hususi tarzları, kış mevsimiyle birlikte 'yok' olmaktadır.
Sobaya bir odun atalım ve yakalım. Odunun kül olduğunu görürüz. Bu esnada odunun ebadı, ağırlığı kokusu, rengi ve tipi 'yok' olmuştur. Belki külünü, çıkardığı enerjiyi ve dumanı toplasak tekrar odunun ağırlığını bulabiliriz, ama onun renk, desen ve koku gibi diğer vasıflarını geri getiremeyiz. Çünkü onlar 'yok' olmuşlardır.
Astronomi âlimlerince son yıllarda yapılan birtakım araştırmalar, dünyamızdan çok daha büyük olan yıldızların 'kara delik' adı verilen ve mahiyeti bilinmeyen bir yere girerek kaybolduklarını ve madde âleminden çıktıklarını göstermektedir. Bu kara deliğin çekim gücünün sonsuza yakın olduğu ifade edilmektedir. Kara delikler, sıcaklığı, ışığı, sesi ve her türlü radyasyonu bir anda yutarak yok etmekte ve dev yıldızların içine düşüp yok olduğu dipsiz bir kuyuyu andırmaktadır. Bu açıdan kara delikler, ebedî bir âleme geçiş kapısı olarak değerlendirilebilmektedir.
Mehmet, parmaklarını birbirine kitleyerek derin bir nefes aldıktan sonra:
"Biliyor musun hocam, dedi. Bu anlatılanlar beni tam tatmin etmiş değil. Ancak, bugüne kadar duyduğum en mantıkî izahlar.
alıntı...........
__________________



Forum Kuralları - Forum İlkeleri

Ey nefsim! Deme "Zaman değişmiş, asır başkalaşmış,herkes dünyaya dalmış,hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur." Çünkü ölüm değişmiyor..

Hem deme : "Ben de herkes gibiyim" Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder.
Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır...
  #14  
Alt 08-02-2008, 13:16
TÜRKER - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
TÜRKER TÜRKER isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Forum Yönetim
 
Üyelik tarihi: Dec 2007
Bulunduğu yer: @TÜRKER
Mesajlar: 1,124
Post düzceli mehmet(15)

BU SİSTEM KENDİ KENDİNE OLABİLİR Mİ?

Mehmet çok önemli bir şey bulmuş gibi aniden atıldı.
"Basit maddeler, basit oluşumlar daha düzenli sistemleri meydana getirip, sonuçta bu hale gelmiş olamaz mı?
Konuyu daha iyi açmak için:
"Yani kendi kendine bir oluştan mı bahsediyoruz?
"Öyle de denebilir.
Hafif tebessüm ederek;
"Bu mümkün değil, dedim. İsterseniz o basit dediğin oluşumları ve maddenin temel taşları olan atomları tanıyalım, sonra da sorumuzun cevabına dönelim.
Maddeyi tanımak için, maddenin en küçük parçası olan atomdan başlamamız gerekir. Bu konudaki kitaplar karıştırıldığında atomlardan 'kâinatın yapı taşları' olarak bahsedildiği görülür. Atomların değişik oranlarda bir araya gelmesiyle elementler ortaya çıkmıştır. Elementlerin de muhtelif şekillerde birleşmesiyle moleküller meydana gelir. Etrafımızdaki âlem, içindeki canlı-cansız sayılamayacak kadar çok ve değişik varlıklar, bu moleküllerden inşâ edilmiştir.
Atomu, gerek kendi içinde dengeli hareket ettirmek, gerekse komşularıyla çok hesaplı ilişkiler kurmasını sağlamak için, dört kuvvetten oluşan çok hassas bir kanun konmuştur.
Son derece hesaplı ve dengeli olan bu kanunun hüküm sürmesiyle kâinatın ve bizlerin varlığı mümkün olabilmektedir. Öyle ki, bu kanunu meydana getiren dört kuvvetten biri olan nükleer kuvvet olmazsa, atom çekirdeği teşekkül etmez.
'Zayıf kuvvet' adı verilen kuvvet bulunmazsa, elektronlar meydana gelmez.
Elektromanyetik kuvvet olmazsa, atom da oluşmaz. Ve çekim kuvveti yok olsa dünya olmaz, güneş olmaz, biz olmazdık.
Kısacası bu kuvvetlerden birinin eksikliği, kâinatın sonu demektir. Hatta onların birindeki zaaf veya hesap hatası dahi, aynı neticeyi meydana getirir.
Tabii, burada atomların küçüklüğünü de dikkate almak lâzımdır. Bir santimetre küp havada beş milyon kere beş milyon atom bulunduğu düşünülecek olursa, atomların ve atomlardan teşekkül eden kâinatın yaratılışındaki esrar daha iyi anlaşılır.
Atomun mâhiyeti ve faaliyeti hakkında ilmin tespit ettiği hususları, kendi mesleğimden bir örnek vererek anlatmaya devam ettim:
"Bir sınıfta öğretmen olduğumuzu farz edelim. Kendi aralarında 15-20 öğrenci konuşur ve hepsinin sesleri birbirine karışmadan süratle ve atomlar vasıtasıyla bize ulaşır. Aynı atomlar, güneşin ışığını, ısısını ve yedi rengini de sınıfa getirir. Sobamızda çıkan sıcaklık da atomlar eliyle etrafa yayılır. Aynı anda uzaklardaki bir radyo sesi, gök gürültüsü veya bir zil sesi de duymuş olabiliriz. Bu iş de aynı atomların vazifesidir.
Sınıfımızın etrafını yüz bin insan sarsa ve hepsi de bize değişik tonlarda, değişik şivelerde ve değişik dillerde seslenseler, aynı atomlar bu sesleri birbirlerine karıştırmadan aynı süratle naklederler.
Canlı, akıllı ve şuurlu bir insanın bir anda beş altı iş yaptığını, meselâ birisiyle konuşurken başka birini dinlediğini, bu arada yazı yazıp kafasında çeşitli hesaplar çözdüğünü duysak, gazetelere manşet yapar, dünya rekortmeni ilân ederiz. Cansız, akılsız, gözsüz ve şuursuz, küçücük bir atomun bir anda binlerce işi eksiksiz, karıştırmadan ve aynı mükemmellikte yapması, akılları durduran bir hâl değil midir?
Küçük bir atomdan, muhteşem galaksilere kadar hükmeden bu kuvvetleri, ince ve hassas hesaplarla koyup işleten, kâinattaki nizamı ve dengeyi sonsuz bir ilim ve kudretle idare eden kuvvet kime aittir? Bu akıl almaz hesabı hangi tesadüf ve hangi tabiat yapabilir?
Şunu demek istiyorum: Bir yığın kum, taş, çimento ve demir bulunduğunu kabul edelim. Ortada bir usta, bir plân ve proje olmadan, bu maddelerin bir araya gelerek bir saray inşa etmesi düşünülebilir mi? Böylesine mükemmel bir sarayın kendiliğinden teşekkül etmesi mümkün müdür?
Galiba bizler, kâinatın muhteşem sistemini, nizamını ve harikulâdeliğini kanunlarla izah ettiğimizi zannedip işin içinden kolayca çıkıveriyoruz. Kanunları keşfetmekle iş bitiyor mu? O kanunu koyan kudret sahibini neden akla getirmiyoruz?
İnsanda bir merak vardır. Bu merakla keşfettiğimiz bir şeyin ustasına karşı hayranlığımız daha çok artmalı ve onun kim olduğunu anlamaya çalışmalıyız.
Küçücük bir incir çekirdeğinden koca bir incir ağacını ve onun binlerce meyvesini çıkaran, maddesi bir olan atom parçacıklarından kâinatı ve içindeki canlı cansız mahlukatı yaratan, dört ana kuvvetle varlıkları dengede tutan bir kudret sahibine karşı insan nasıl alâkasız kalabilir? Bu muhteşem sırları keşfettikten sonra kâinat sahibini nasıl görmezlikten gelebiliriz?
alıntı.............
__________________



Forum Kuralları - Forum İlkeleri

Ey nefsim! Deme "Zaman değişmiş, asır başkalaşmış,herkes dünyaya dalmış,hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur." Çünkü ölüm değişmiyor..

Hem deme : "Ben de herkes gibiyim" Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder.
Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır...
  #15  
Alt 08-02-2008, 13:17
TÜRKER - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
TÜRKER TÜRKER isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Forum Yönetim
 
Üyelik tarihi: Dec 2007
Bulunduğu yer: @TÜRKER
Mesajlar: 1,124
Post düzceli mehmet(16)

KAİNATI, TABİAT YAPABİLİR Mİ?

Mehmet, son bir hamle yapıp, kendi görüşünün doğruluğunu savunmak ister gibi heyecanla atıldı:
"Bütün bu düzgün ve anlamlı oluşumları tabiat kontrol edebilir. Tabiatın, kendi mekanizmaları vardır.
Yine nezaketimi ve anlayışımı korumaya çalışarak;
"O zaman, önce 'tabiat' denilen kavramı tarif etmek lazımdır, dedim. Tabiat; su, toprak, hava ve güneştir. Isısı ve ışığıyla birlikte tabii ki. Başka bir ifadeyle de, yüz yedi elementtir. Şimdi, yaratıcı olarak sık sık adından söz edilen tabiata sorsak:
"İnsanları yapabilir misin?
"Hayır.
"Bitki ve hayvanları icat edebilir misin?
"Hayır.
"Güneş sistemimizi dizebilir misin?
"Hayır.
"Milyarlarca yıldızları, galaksileri tanzim edebilir misin?
"Hayır.
"Kâinata hârika bir intizam ve muhteşem bir sistem vermek için kanunlar koyup, işletebilir misin?
"Hayır.
"Zaten tabiat denilen şey de kâinatın kendisi değil mi? Öyleyse, kâinatın da kendi kendini yapamayacağını gördük. Peki bu tabiat denilen güç, kuvvet nedir? Eğer tabiata hükmeden bir güç ve kuvvet varsa, o zaten kâinatın kendisi olamaz. Tek yol, kâinat cinsinden olmayan bir kudret olmasıdır ki, o da Cenab-ı Haktır.
Âlemde olup-biten harikulâde işleri, "tabiat yaptı" deyip, içinden çıkmak mümkün değil. Çünkü her iş büyük bir nizam ve intizam içinde yapılıyor. Her faaliyette bir fayda ve bir hikmet gözetiliyor. Her şey şuurlu bir ölçüyle yaratılıyor. Hiçbir şey başıboş değil; hiçbir mahluk kendi haline bırakılmamış.
Bütün bu mükemmel işleri, akılsız ve şuursuz olan tabiata havale etmek ve tabiat yaptı demek mümkün değildir.
İlim, irade ve kudret sahibi olmayan aciz bir tabiat, elbette Hâlık olamaz.
Konuşmamın sonunda Mehmet'e dikkatle baktım. Yüzlerinde bulanık, endişeli ve biraz da şaşkınlık ifadeleri vardı. Mehmet açısından her şeyin yolunda gitmediği belliydi.
O esnada evin hanımı meyve ikramında bulunuyordu. Sohbetin ne kadar etkili olup, olmadığını anlamak için, bana çıkışır gibi yaptı.
"Yeter Halit Bey, misafirini yordun. Hep sen konuşuyorsun. Biraz da misafire müsaade et.
Bu samimi nezakete karşı hemen Mehmet söz aldı.
"Hayır yenge, dedi. Hocam beni yormuyor. Bu sohbet benim için çok önemli. Uzun uzun konuşmamız lazım. Henüz yolun başındayız.
Bir tarafdan meyveleri yerken, diğer tarafdan da sohbetimize devam ediyorduk.
Bu arada sık sık sözümü kesip, gelen telefonlara cevap vermek zorunda kalıyordum. Sanki o akşam sözleşmiş gibi bir çok öğrencim, olağan dışı bir yoğunlukla beni arıyorlardı. Her öğrencimin kendi çapında bana ilettikleri problemleri oluyordu. Bu problemlerin çözümüne, kendi imkanlarım ölçüsünde yardımcı olmaya çalışıyordum.
Son telefon konuşmamız, Adapazarı'nın bir köyünde ikamet eden bir öğrencimleydi. Kapanıp, namaz kılmasına karşı çıkan ailesiyle ciddi problemleri vardı. Öğrencimi, ailesini karşısına almaması, onları incitmemesi, bazı şeyleri zamana yayması ve sabırlı olması konusunda uyarmıştım.
Bu telefon trafiği Mehmet'in dikkatini çekmişti.
"Hocam, dedi. Öğrencilerinizle son derece iyi diyaloglar içindesiniz. Doğrusu, öğrencilerinizin problemleriyle bu kadar ilgilenmenize şaşırdım. Bu kadarlık, gerekli mi sizce?
"Evet, dedim. Hem de çok gerekli. Bunun da iki nedeni var.
Birincisi; öğrencinin problemlerini en iyi anlayacak ve çözümüne katkıda bulunacak kişi, onun öğretmenidir. Öğrencinin öğretmenine güven duyması lazımdır. Eğer, bu güven oluşursa, öğrenci problemleri, aileye, topluma ve sokağa taşmadan, büyük kısmı okulda çözülür. İşte bizim bu konuya katkı yapmamız lazımdır.
İkincisi de; ben öğrenciyken imkanlarım kıttı. Öğretmenlerim benim maddi ve manevi ihtiyaçlarım konusunda çok fedakarlıkta bulundular ve bana yardımcı oldular. Eğer yardımcı olmasalardı, belki de okulu bitiremezdim ve hayata erken küsen ve topluma zararlı bir insan haline de gelebilirdim.
İşte bugün, ben de öğrencilerimin problemleriyle ilgilenmekle, hocalarının bana vermiş oldukları emeği, kısmen ödüyor olmanın, vicdanî rahatlığı içindeyim.
Mehmet başını bir müddet eğdi. Bir şeyler arıyormuş gibi yaptı. Sonra da konuşmaya başladı.
"Keşke hocam, dedi. Her öğretmen kendi öğrencisiyle bu kadar ilgilense. İnanıyorum ki, kişilerden görülen davranış bozuklarının ve toplum problemlerinin büyük kısmı, daha henüz başlamadan önü alınmış olur. Çünkü, kişide ve toplumda problemin en büyük kaynağı ilgisizliktir.
Mehmet doğru şeyler anlatıyordu. Biraz da kendisini örnek verir gibiydi. Veya bu acıyı yaşadığı için, bunları iyi biliyordu.
alıntı...............
__________________



Forum Kuralları - Forum İlkeleri

Ey nefsim! Deme "Zaman değişmiş, asır başkalaşmış,herkes dünyaya dalmış,hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur." Çünkü ölüm değişmiyor..

Hem deme : "Ben de herkes gibiyim" Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder.
Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır...
  #16  
Alt 08-02-2008, 13:18
TÜRKER - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
TÜRKER TÜRKER isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Forum Yönetim
 
Üyelik tarihi: Dec 2007
Bulunduğu yer: @TÜRKER
Mesajlar: 1,124
Post düzceli mehmet(17)

ALLAH KAİNATI NİÇİN YARATMIŞ?

Mehmet sorularına devam etti.
"Hocam dedi, Allah kainatı niçin yaratmış olabilir? Yaratmasıydı, dünya ve insanlar da olmazdı, bu kadar sıkıntı ve problemler de yaşanmazdı.
Sorular sıradan ve hafife alınacak cinsten değildi. İmani meselenin temelini oluşturan çok önekli sorulardı. Bunlar eğer iyi anlaşılmazsa, zihinlerdeki bulanıklık gitmezdi.
Cevap vermeye çalıştım.
"Kainatı yaratmak Allah'ın bir tercihidir. Bu tercihin nedenlerini sorgulamak, yaratılmış bir insan olarak bizlere düşmez.
Zengin bir adam, gönlünde kopan bir merhametle, muhtaç insanları giydirse, yedirse, onlara harçlık verse, sevindirse, içlerinden birisi de çıkıp, "bütün bunları ne için yaptın, yapmasan olmaz mıydı?" diye sorgulamaya kalksa, ne kadar nezaketsizlik yapmış olur.
Allah'ın da kainatı niçin yarattığı konusunu sorgulamaya kalkmak, öncelikle bir nezaketsizliktir. Zaten bu konuyu kendi akıl ölçülerimizle açıklama getirsek de, bir sonuç alamayız. Çünkü yaratan, ne için yarattığını, kendisi açıklamadan; yaratılan olan bizler bunu hiç açıklayamayız. Açıklasak da, yine de eksik ve noksan kalır.
Ama, bu soruya bir nebzecik de olsa, bir cevap vermek bakımından şunlar söylenebilir:
Önce yaratmanın bir ihtiyaçtan ileri gelmediğini ve tamamen Cenab-ı Hakk'ın, kendi bileceği bir tercih konusu olduğunu ifade etmek lazımdır.
Bu kainatın yaratılmasındaki en önemli sebep, Allahü Teala'nın kendi manevi güzelliğini ve mükemmelliğini, yarattığı mahlukattan görmek istemesidir. Yani ilminin sonuçlarını, kudretinin harikalarını, güzelliğinin yansımalarını, zenginliğinin genişliğini, merhamet ve şefkatinin tecellilerini, mevcudat ayinsinde bizzat seyretmek istemesidir.
"Yani ressamın, kendi yaptığı resmi seyretmesi gibi mi?
"Öyle de denebilir.
Bilindiği gibi meşhur bir kaide vardır; "her cemal (güzellik) ve kemal (mükemmellik) sahibi, kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek ister."
Bu arzuyu, senin de dediğin gibi, maharetli sanatkarlardan görmek mümkündür. Mesela; usta bir ressam, çeşitli resimler yapar. Eserlerini önce kendi seyreder, ondan sanatının güzelliğini görür. Tarifsiz bir lezzet alır. Sonra sergiler açar, seyircilere gösterir. Onların takdir ve tebriklerinden memnun olur.
Öte yandan değerli bilgilere sahip olan bir alim; faydalı kitaplar yazar. İlminden başkasının da faydalanmasını ister. Okuyucuların bundan istifade ettiğini görüp, teşekkürlerini de işittikçe, bu faaliyetinden dolayı sonsuz zevk alır.
Allah'ın kainatı niçin yarattığı konusuna, bu misaller açısından bir derece bakılabilir.
Bu konuda bilinmesi gereken bir diğer nokta da şudur; "Mahlukatı halk ettim. Ta ki, fayda, menfaat, lütuf ve keremler onlara ola. Yoksa bana değil. Yani onlar benden fayda göreler, ben onlardan değil." Hadis-i Kutsîsinin beyanı ile, yaratılanların, Cenab-ı Hakk'ın inayet ve ikramına, lütuf ve keremine, ihsan ve merhametine muhtaçtırlar.
İşte, bütün mahlukatı yoktan yaratıp, onlara en büyük ikramları sunan ve bütün ihtiyaçlarını yerine getiren, bir de onlara ebedi bir hayat vadeden Cenab-ı Hakk'a "niçin bu kainatı yarattın denilebilir mi?"
Mehmet, sorunun cevabını yeterli bulmuş olacak ki, bir soru daha sordu:
"Madem Allah var, öyleyse neden görülmüyor? Artık uzay çağındayız. Varlığı olan her şey tespit ediliyor. Eğer olsaydı (haşa) görürdük? Gözümüzün görmediği ve teknolojinin tespit etmediği bir şeye nasıl inanalım?
Bu soru, iman-inkar zemininde sürekli olarak konuşulan konuların başında yer almaktaydı. Belki de, insanlığın var olduğu günden, kıyamete kadar sorulmuş ve sorulacak olan soruların en önünde bulunuyordu. İnkarı ve imansızlığı, bir dava olarak kabul etmiş olan insanlar, saf ve masum insanların karşısına, kendi davalarını anlatmak için, bu ve benzeri sorularla çıkıyorlardı. Bu şekilde zihinlerini bulandırıp, istedikleri yöne çekmek için uğraşıyorlardı.
Öğrencimden gelen bir telefona daha cevap verdikten sonra, sorunun cevabına döndüm. Mehmet beni, büyük bir dikkatle dinlemeye devam ediyordu.
"İnsan gözü, kainatta varlığı olan her şeyi görmeye müsait değildir. Gözün görme kapasitesi, son derece sınırlıdır. Uzak mesafelerdeki eşyayı görmediği gibi, iç-içe olduğumuz bazı canlıları, mikropları, bakterileri, mor ötesi ışınları ve elektriği de göremeyiz. Ama, inanırız.
Aslında görmek ve inanmak kavramlarını birbirine karıştırmamak lazımdır. İnanmak aklın ve zihnin işidir. Görmek de gözün görevidir. Her şeyi göz görmez, bazı şeyler zihinle, kulakla ve dil ile görülür.
Sesler âlemini kulak ile görürüz. Tatlar âlemini de dil ile görürüz. Kokular âlemini de burun ile görürüz.
Radyoya bak, haberlerde ne var? Denilen bir kişi, radyoyu gözü ile değil, kulağı ile dinler ve haber verir.
Çorbaya bak tadı nasıl denilen bir kişi de, çorbaya gözü ile değil dili ile bakar.
Şu güle bak kokusu nasıl denilen bir kişi ise, gülün kokusunu burnu ile bakmaya çalışacaktır.
Yoksa göz ile, ne haberler, ne çorbanın tadı, ne de gülün kokusu görülür. Peki bunları inkâr mı edelim?
Aklımız, dünyanın güneş etrafındaki dönüşünü tanzim eden çekim kanununu gördüğü halde, bunu gözümüzle görmüyoruz diye inkâr edemeyiz.
Şefkatli, merhametli ve çok iyi niyetli öğretmen diye anlattığımız kişinin bu meziyetlerini gözle görmediğimiz halde inkâr edemeyiz. Çünkü manevi kuvvetler gözle değil, akıl ile, kalp ile hissedilir, anlaşılır ve görülür.
Bir mimaride ki muhteşem yapıyı görüp "şu sanata bak" dediğimiz zaman, o sanatı göz ile değil, akıl ile bakarız Çünkü göz, sanatı değil, taşı görür. Sanatı gören akıldır.
Gözümün görmediğine inanmam diyenler, dilin, kulağın, burnun ve aklın vazifesini göze yüklemektedirler. Bu yanlıştan dolayı da "görmediğime inanmam" diye, önemli bir yanlışa daha düşmektedirler.
Mehmet, tekrar söze karışarak, bir başka soruyla konuyu derinleştirmek istedi.
"Peki hocam. Allah nasıl bir şey ve nasıl varolmuştur?
"Allah'ın (hâşâ) nasıl bir şey olduğunu, kime benzediğini ve nasıl olduğunu, insan aklının sınırlı kapasitesiyle bulmak ve çözmek mümkün değildir, diyerek bir giriş yaptım. Çünkü, insan aklının belli sınırları vardır. Sınırlı olan akıl ile, sınırsız olan bu hususu anlamanın imkanı yoktur. Bu tıpkı, bir kilo ağırlıkla sınırsız bir ağırlığı tartmaya kalkmak gibidir.
Kâinatı ve insanları yaratan Cenab-ı Hak, yarattığı mahlukatın cinsinden olmadığı için, bir kıyas yapmak mümkün olmamaktadır.
Bir tabloya baktığımız zaman, o tablonun bir sanatkarın elinden çıktığına, kendi kendine çizilmediğine mantıken karar veririz. Fakat tabloyu çizen sanatkarın da, boyalar, çerçeveler, bezler ve fırçalar cinsinden olmadığını ve onlara asla benzemediğini de biliriz.
Tabloyu yapan sanatkar, etiyle, kemiğiyle, kanıyla, aklıyla, iradesiyle, bambaşka bir varlıktır. Yaptığı tablonun cinsinden değil ve asla da benzemez.
İşte kâinatın yaratıcısı Cenab-ı Hak da, kâinat cinsinden olmadığı için, yarattıklarına asla benzemez. Onun tarafından yaratılmış olan bizler de, yaratıcımızı anlamak için, onu neye benzetmeye çalışırsak çalışalım, yine de isabet edemeyiz. Aklımıza gelen her şey, Allah tarafından yaratılandır. O hiçbir şeye benzemez. Dolayısıyla, kime benziyor ve nasıldır gibi sorulara, "O yaratandır" yaratanı, yaratılan anlayamaz, diye cevap, vermeliyiz.
Cenab-ı Hakk'ı (hâşâ) kim yarattı, sorusuna da, bir nebzecik cevap için, şunlar söylenebilir:
Cenab-ı Hakk'ın varolduğu konusunda insan aklının bir açıklama yapması mümkün değildir. Çünkü insan ve onun aklı mahluktur, yani yaratılmıştır. Yaratılan bir şey, yaratanını anlaması ve çözmesi mümkün olmaz.
Çok ünlü bir kâide gereğince;
"Mahluk (yaratılan), Hâlıkını (yaratanını) ihata edemez. Yani, anlayamaz, kavrayamaz."
"Akıl da bir mahluktur."
"Öyle ise o da Hâlıkını ihata edemez."
Mesela; bir soba şuurlu olsa ve kendi ölçüleriyle ustasını tanımaya çalışsa, ustasını kendisine ve çevresindekilerine kıyas edip, tanımaya çalışacaktır.
Ustasının da kendisi gibi, kömür veya odun yediğini, sonra da kül ve duman çıkardığını, elinin yüzünün siyah olduğunu, üç veya dört ayağının bulunduğunu tahmin edecektir. Ve tabi ki her tahminde de hata edip, ustasını tanıyamayacaktır.
İnsan da Hâlıkını tanıma ve onunla ilgili bir tahminde bulunma için bildiği ve hayal ettiği şeylerle onu kıyaslayacaktır. Bu da isabetsiz ve hakikaten uzak olacaktır.
Mehmet tekrar söze karışarak:
"Hocam, dedi. Allah'ın nasıl varolduğu konusuna gelelim.
Ben de devam ettim.
"Cenab-ı Hakk'ın nasıl varolduğu hususuyla ilgili şu iki misal, konuya açıklık getirecektir.
Birincisi: çokça vagonları olan bir tren düşününüz. Bu vagonlardan her birisini bir önceki vagonun çektiğini biliriz. Ancak "Lokomotifi kim çekiyor?" diye bir soru sorulamaz. Çünkü, bütün vagonları çekip, kendisi de çekilmeyen bir lokomotif olmazsa, düzenli hareket oluşamaz.
İkincisi: Askerlik sisteminde bir onbaşı emri çavuştan alır. Çavuş da bir üstünden. O üstü de, diğer bir üsten emir alır. Nihayet iş genel kurmay başkanına ve eski ifadeyle iş padişaha kadar dayanır. Peki padişah emri kimden alıyor? Diye bir soru sorulamaz. Eğer padişah da bir yerden emir alsa, o zaten padişah olamaz. Padişah olmanın özelliği emir veren, ama emir almayandır.
Bu misallerden anlaşıldığı gibi kâinatı ve bütün mahlukatı yaratan Cenab-ı Hakk'tır. Onu kim yaratmıştır? Diye bir soru sorulamaz. Çünkü yaratan, yaratılamaz. Onun var olma özelliği kendi zatına aittir. Ona, bizim akıl ölçülerimiz yetmez.
alıntı............
__________________



Forum Kuralları - Forum İlkeleri

Ey nefsim! Deme "Zaman değişmiş, asır başkalaşmış,herkes dünyaya dalmış,hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur." Çünkü ölüm değişmiyor..

Hem deme : "Ben de herkes gibiyim" Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder.
Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır...
  #17  
Alt 08-02-2008, 13:19
TÜRKER - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
TÜRKER TÜRKER isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Forum Yönetim
 
Üyelik tarihi: Dec 2007
Bulunduğu yer: @TÜRKER
Mesajlar: 1,124
Post düzceli mehmet(18)

ÇÜRÜMÜŞ KEMİKLER NASIL DİRİLECEK?

Mehmet'in soruları devam ediyordu:
"Varsayalım ki, kâinatı Allah yarattı. İnsanları da yarattı ve imtihan için bu dünyaya gönderdi. İnsanlar bu dünyada bütün yaptıklarından dolayı bir hesap vermek için, öldükten sonra tekrar dirilmeleri gerekecek.
İşte aklımın almadığı ve mantığımın da reddettiği yer burası... Ölmüş, eti ve kemiği çürümüş, belki de yeri yurdu kaybolmuş bir insan tekrar nasıl dirilecektir? Bu bana imkansız gözükmektedir.
Mehmet'e tebessümle baktım. Onun bu hali beni çok memnun etmişti. Çünkü, soruların devam etmesi olumlu bir gelişmeydi.
"Mehmet, dedim. Biliyorum aslında, bu sorunun cevabını, soru sorarken verdiğinin farkında mısın?
"Nasıl? der gibilerden bana baktı.
"Soruya; kâinatı ve insanları Allah'ın yarattığını ve imtihan için dünyaya gönderdiğini varsayarak başladım.
"Evet.
"Kâinatı, insanları yaratan ve insanı bir imtihan için dünyaya gönderen zat, öldükten sonra insanı tekrar diriltemez mi?
Önce sessizlik oldu. Hemen ardından, ben devam ettim.
"Ama bu soru sürekli soruluyor, bundan sonra da sorulacaktır. Cevabı üzerinde de yeterince durmak lazımdır. Ayrıca bu sorunun tarihi bir geçmişi vardır. Şöyle ki;
Ubeyy bin Halef adında bir müşrik, eline çürümüş bir kemik alarak Peygamberimizin (a.s.m.) huzuruna girer. Kemiği elinden ufalayarak, Peygamberimize gösterir ve der ki;
"Cenab-ı Hak bu kemiği diriltecek, öyle mi?"
Peygamberimiz (a.s.m.) ise:
"Evet," der. "Bu çürümüş kemiğe, Cenab-ı Hak can verecektir."
Bunun üzerine, Yâsin Suresindeki 78 ve 79. Âyetleri iner. Bu âyetler, meâlen şöyledir;
"İnsan der; 'Çürümüş kemikleri kim diriltecek?' Sen de 'Kim onları başlangıçta inşa edip hayat vermiş ise, o diriltecek."
Ayette dikkat çekilen nokta, insanın dünyaya gelmesindeki, yani ilk yaratılışındaki mükemmelliktir. Bütün insanlar, yokluktan bu varlık âlemine çıktığına göre, öldükten sonra tekrar hayat bulmalarında da elbette bir zorluk yoktur.
Evet, haşir adını verdiğimiz bu ikinci yaratılış, belki de ilk yaratılıştan daha kolaydır. Bedîüzzaman Hazretleri, öldükten sonraki yaratılışın kolaylığına dikkat çekerken verdiği bir misalde, bir ordunun ilk defa toplanması ile, toplandıktan sonra dağılıp bir boru sesiyle tekrar bir araya gelmesini kıyaslamaktadır. İlk toplantıda birbiriyle tanışan ve bulunmaları gereken yerleri öğrenen askerler, daha sonra dağılsalar bile, kolayca bir araya gelebileceklerdir.
Bu hârika misaldeki ordunun erleri, insan vücudundaki zerrelere işarettir. Ve bu zerrelerin ölüm ile dağıldıktan sonra İsrafilin Sur'u (haşirdeki zerrelere verilen toplanma emrine ait boru sesi) ile tekrar bir araya gelmeleri, elbette ilkinden daha zor değildir.
Haşrin, yani öldükten sonraki yaratılışın akıldan uzak görünmesi, genellikle ilk yaratılıştaki mükemmelliğin bilinmemesinden ve üzerinde fazla düşünmeyerek onun 'kolay ve sanatsız' zannedilmesinden kaynaklanmaktadır. Oysa ki günümüzün bütün tıp otoriteleri, insanoğlunun anne karnındaki 'hayat bulma mucizesi' karşısında şaşkınlığa düşmektedir.
Dr. Haluk Nurbaki, konuyla ilgili, şöyle demektedir:
"İnsanın maddi hayatının nasıl saklanacağı ve öldükten sonra nasıl iade edileceği konusu akıldan uzak görülebilir. Ancak, bir insanın maddi bütün özellikleri, bir toplu iğne başının on milyarda biri kadar olan küçük tohum kartlarına (DNA'lara) yazılabilir. Bu ilmî gerçek, kesinlikle doğrulanmıştır. Böyle bir tohum kartının eğer toprakta gelişme şansı olsa idi, yeryüzüne gelmiş ve gelecek olan bütün insanların tohum kartlarını bir bardağa doldurarak toprağa atmak ve hepsini birden diriltmek mümkün olabilecektir.
"Toprak altında asırlarca bozulmayan ve bu arada hiçbir canlılık emaresi taşımayan virüsler, uygun bir ortamda tekrar hayat bulurken, vefat etmiş insanoğlunun Cenab-ı Hakkın emriyle tekrar hayat bulmamasına imkân var mıdır?
"Kâinatın bütün mahlukatıyla kusursuz olarak yaratan Rabbimiz, o bir çay bardağı dolusu şifreyi arza döküp, 'Ol' emriyle tek tek dirilterek İlâhi sahnede toplayacaktır."
alıntı..........
__________________



Forum Kuralları - Forum İlkeleri

Ey nefsim! Deme "Zaman değişmiş, asır başkalaşmış,herkes dünyaya dalmış,hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur." Çünkü ölüm değişmiyor..

Hem deme : "Ben de herkes gibiyim" Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder.
Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır...
  #18  
Alt 08-02-2008, 13:20
TÜRKER - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
TÜRKER TÜRKER isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Forum Yönetim
 
Üyelik tarihi: Dec 2007
Bulunduğu yer: @TÜRKER
Mesajlar: 1,124
Post düzceli mehmet(19)

ALLAH'IN, BİZİM İBADETLERİMİZE NE İHTİYACI VAR Kİ "İBADET EDİN" DİYE İSRAR EDİYOR?

Mehmet çok zaman sorulan bir soruyu, yeni keşfetmiş gibi yine atıldı.
"Peki hocam, Allah'ın bizim ibadetlerimize ne ihtiyacı var ki, bizi ibadet etmeye zorluyor. Halbuki bir çok insan, ibadetin ağırlığından dolayı Allah'tan kaçıyorlar. Bu ibadet olmasa olmaz mıydı?
Benim gülümsememde, belki de farkında olmadan başımı sallamamdan dolayı, bir açıklama yapmak ihtiyacı hissetti.
"Hocam, bu ve benzeri sorular, sizin için saçma-sapan gelebilir. Ama benim için öyle değil. Her şeyi, ama her şeyi mantığıma yatana kadar sorgulamak ve araştırmak zorundayım. Yoksa başka türlü olmuyor.
Bu ifadeler çok içten ve çok samimiydi. Sanki imdat bekler ve hatta yalvarır bir hali vardı. Aç, susuz bir insanın yiyecek dolu bir sofraya atlaması gibi, Mehmet'te çok uzağında olduğu ve çok da bilmek istediği imânî konulara, adeta açtı. Hem de öylesine açtı ki, bunu soru sorarken ve sorduğu sorunun cevabını dinlerken, sanki konuların içinde yüzüyordu. Bu sohbetten bir türlü çıkmak istemiyordu. Araya bir başka konu karıştığı zaman, derhal, "asıl konumuza gelelim" diyerek beni uyarıyordu.
"Tabi ki Allah'ın bizim ibadetlerimize ihtiyacı yoktur, diye sorduğu soruya cevap vermeye başladım.
Esas ibadetlere ihtiyacı olan biziz. Bizim ihtiyacımız olduğu için, Cenab-ı Hak, ısrarla ibadetleri yerine getirmemizi istiyor.
Adeta, "Nasıl" der, gibi gözlerime baktı.
Bedîüzzaman Saîd Nûrsî'nin Lem'alar isimli kitabında, bu sorunun cevabıyla ilgili bir misal buldum;
"Şöyle, diyerek okumaya başladım.
"Cenab-ı Hak, senin ibadetine, bil ki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen, ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise, manevi yaralara tiryaklar (ilaçlar) hükmündedir...Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nafi (etkili) ilaçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun...? Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın." (Lem'alar)
Kitaptaki misali okuyunca, Mehmet'in gözüne baktım. Beni pür dikkat dinliyordu. Başını hafifçe eğerek, kısık bir ses tonuyla:
"Enteresan bir misal, dedi.
Devam ettim.
"Allahü Teâlâ bu kâinatı lûtfuyla bize hizmetkar yaptığı gibi, ta'at ve ibadeti de yine lûtfuyla bizlere emrediyor. Tâ ki onlara ebedi saadete mazhar olalım. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın insanın ibadetine hiçbir ihtiyacı olmadığı gibi, onun isyanından da bir zarar görmemektedir. Her iki halde de, sadece insanın fayda ve zararı söz konusudur.
İşte, ibadetlerin emredilmesinin insan hakkında binlerce faydası vardır. İbadetlerini düzenli sürdüren bir insan, düzenli bir hayata kavuşur, dünyada rahat eder. Kâinatın ve kendisinin yaratılış gayesini anlar, amaçlı ve ebedi hayatı kazanır. İbadetleri yapmak kadar insan için daha iyi bir sermaye var mıdır?
Mehmet sorduğu sorunun cevabını dinlerken, yine önemli bir keşifte bulunuyormuş gibi gözlerini bir noktaya dikerek, sordu.
"Hocam, şu kader konusunda, kafamı karıştıran bir yığın açmaz var.
"Nasıl" der gibi Mehmet'e bakınca, o da açıklamaya devam etti.
"Neden Allah, "Kader"le insanların hayatını sınırlıyor ve yönlendiriyor? Bu insanın iradesine ve yaşam tercihine müdahale değil mi?
Bu soruyu Mehmet, çok iddialı, biraz da heyecanlı bir şekilde sormuştu. Bunun nedeni ise, kaderle ilgili yanlış ve eksik bilgilere sahip olmasıydı. Çünkü, birçok insan, ya bilmeden, ya da kasıtlı olarak, adeta Allah'a veya dîne (hâşâ) dil uzatmak cüretinde bulunmak istedikleri zaman, bu ise, kaderi tenkit ederek başlıyorlardı. Adeta kader konusu içinden çıkılmaz bir husus gibi takdim ediliyordu.
Yine bu soruya cevap verirken de, Risâle-i Nûr kitaplarından istifade ettiğim bazı bilgileri hatırladım ve bunu yorumlamaya çalıştım:
"Her eser bir planın sonucudur. Her şey bir ölçüye göre şekillenir. İnsan da öyledir. Gözün büyüklüğü, dilin uzunluğu, kafanın ağırlığı, belin inceliği ve diğer uzuvların biçimi, görünmez bir sınır çizgisine boyun eğiyor. Vücudumuzda görev alan atomları, belirli hudutlarda tutan bir kuvvet var. Bu iş de bizim rolümüz yok. Hücreye genetik şifreyi biz koymadık. Genlerdeki bilgileri okuyup da, o plana göre vücudumuzu inşa da etmedik. Bunlar sınırsız bir ilmin, iradenin ve kudretin sonucu. Peki bu sıfatlar kime ait? Tabi ki Allah'tan başkasını düşünmek mümkün mü? O zaman, planlayan da, yaratan da O'dur.
Konuyu derinliğine ele almak istersek. Şu üç kavrama önce açıklık getirmemiz lazımdır. Bunlar: KADER, KAZA ve İRADE'dir.
Kader; Allah'ın her şeyi bilmesi ve buna göre de yazmasıdır. Bir başka ifadeyle, kâinatın planı ve projesidir. Olmuşlar, olanlar ve olacaklar "Kader Defteri"nden mevcuttur.
Kaza ise; kaderdeki hükmün infazıdır. Yani, kaderde yazılanların, başa gelmesidir.
İrade de; insanlardaki seçme kuvvetidir. Başka bir ifadeyle, önündeki şıklardan veya yazılardan birisini tercih etme hakkıdır.
Mehmet, aniden atıldı.
"Hocam, biraz karışık gibi geldi. Biraz daha netleştirelim, dedi.
"Daha açık bir şekilde ifade etmek için şöyle bir misal verebiliriz.
Bizim nerede, ne zaman ne yapacağımız yazılmıştır. Şu anda seninle birlikte sohbet edeceğimiz, kaderimize yazılmış. Bu kaderdir. Seninle sohbet etmemiz ise, kaderdeki hükmün yerine getirilmesidir. Yani kazadır. Seninle sohbet edip etmeme konusunda, sohbet etmeyi tercih etmemiz ve sohbete karar vermemiz ise, iradedir.
Mehmet anladığını ifade etmek istedi;
"Yani kader, bizim dışımızda, hayatımızı planlayan ve bizi bir yöne zorlayan bir planlamadır.
"Hayır, tam öyle değil, eksik yönleri var. Bunu aydınlatmak için kader konusunu biraz açalım.
Kaderi ikiye ayırabiliriz. Birisi Izdırârî , diğeri de İhtiyârî kaderdir.
"Izdırârî Kader"de, bizim hiçbir tesirimiz yoktur. Dünyaya geleceğimiz yer, anne ve babamız, şeklimiz, cinsiyetimiz ve kabiliyetimiz gibi şeylerdir. Bunlara biz karar veremeyiz. Bunlar için bir mesûliyetimiz yoktur.
"İhtiyârî Kader" ise, irademize bağlıdır. Biz neye karar vereceksek, neyi tercih edeceksek ve ne yapmak isteyeceksek, Allah; ezelî ilmiyle bunları biliyor ve öyle de takdir edip, yazıyor.
"Burası çok önemli, diye atıldı.
"Evet, diye devam ettim. Çok önemli. Hep yanlış anlaşılan nokta da burası.alıntı..
__________________



Forum Kuralları - Forum İlkeleri

Ey nefsim! Deme "Zaman değişmiş, asır başkalaşmış,herkes dünyaya dalmış,hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur." Çünkü ölüm değişmiyor..

Hem deme : "Ben de herkes gibiyim" Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder.
Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır...
  #19  
Alt 08-02-2008, 13:21
TÜRKER - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
TÜRKER TÜRKER isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Forum Yönetim
 
Üyelik tarihi: Dec 2007
Bulunduğu yer: @TÜRKER
Mesajlar: 1,124
Post düzceli mehmet(20)

BİZ KADER MAHKUMU MUYUZ?

Bu bilgiler, insanların sık sık kullandığı "Kader Mahkumu" konusuna da bir açıklama olur. Çünkü, "Kader Mahkumu" deyimi ile, haşa Allah ve kader suçlanıyor. Adeta insanlar masummuş da, kader onlara zulmediyormuş gibi bir görüş ifade edilmek isteniyor. Bu tamamen, kader konusunu bilmemekten ve insanlar kendi iradeleriyle işledikleri suçu kadere yıkıp kurtulmak istemelerinden kaynaklanıyor. Buradaki anlaşılmayan püf nokta şudur:
Cenab-ı Hak, doğumumuzdan ölümümüze kadar neleri tercih edeceğimizi, neleri isteyeceğimizi ve nasıl yaşama arzusu içinde olacağımızı ve irademizi nasıl kullanacağımızı, ezelî ilmiyle daha doğmadan önce biliyor ve bu isteklerimize göre kaderimizi yazıyor. Yani bizim tercihlerimize ve isteklerimize göre Cenab-ı Hak kaderimizi önceden planlayıp oluşturuyor. Bundan dolayı, hâşâ Allah ve kaderi suçlama hakkımız yoktur. Ancak, yanlış kullandığımız irademize suç bulabiliriz.
Mehmet'in, yeni bir şey bulmuş gibi gözleri bir anda parladı.
"Gerçekten harika, hocam, dedi. Bu ayrıntı hep atlanıyor, bütün mesûliyet, kadere yükleniyor. Evet, demek insanın tercihini Allah önceden bildiği için yazıyor. Dolayısıyla insanı bir yöne mecburen yönlendirmiyor.
Mehmet çok iyi anlıyordu. En karışık konuları bile, küçük bir izahla yeterince kavrayabiliyordu. Mehmet konunun temelini kavradığı için, detaylı izahlara gerek kalmamıştı.
Yalnız;
"Kader değişir mi, diye, konuyla ilgili son bir soru sordu.
"Bir iş yaparken, âniden o işi bırakıp, başka bir iş yapmaya başlayarak "işte kaderimi değiştirdim" diyenleri çok gördüm. Her defasında güldüm ve dedim ki: sen kaderi değil, yaptığın işi değiştiriyorsun. Sen kader okyanusunda yüzen bir gemi gibisin. Rotanı ne yana çevirirsen çevir, yine de okyanusun içindesin. Yazı yazan adam, türkü söylemeye başlarsa kader değişmez. Bununla şunu anlarız ki, onun kaderinde önce yazı yazmak, sonra da "işte kaderimi değiştiriyorum" deyip, türkü söylemek varmış. Fiiller başkalaşır, ama kader değişmez. Bir ağacı gösteren aynanın yeri değişmekle, ağacın da yerini değiştiremez. (Ö. Sevinçgül)
Mehmet çok samimi bir ses tonuyla:
"Çok güzel bir açıklama oldu, diyerek hislerini ifade etti.
"İnsan ruhuyla ilgili ne dersiniz, hocam. Ruhla ilgili de bir çok yorumlar okudum. Hepsi de birbirini tutmaz ve farklı şeylerdir.
"Kâinatı ve kâinatın içindeki muhteşem düzeni yaratan, insanı da dünyaya gönderen Cenab-ı Hakk, her insan için de bir ruh yaratmıştır.
Kâinatta görülen mahluklar vardır, bir de görülmeyen mahluklar vardır. Görülmeyen mahluklardan birisi de insan ruhlarıdır.
Ruh, zatında hayat ve şuur sahibidir. Bedene inmeden önce, "Ruhları Älemi"nden bekler. Ceset giydikten sonra, her fiilini bedeniyle yapar. Dünyadaki ömrü boyunca bedene mahkumdur. Ölüm anında beden hapsinden kurtulur, fakat bütün bütün çıplak kalmaz, "misali bir ceset" veya "latif bir kılıf" giyer. Beden onun bir nevî evidir. Öldükten sonra hiçbir vasıtaya ihtiyaç duymaksızın, görür, işitir, anlar, bilir ve hisseder. Kıyamete kadar, "Berzah" âleminde bekler. Bu bekleme döneminde, ya cennet saadetine benzer bir saadetle yaşar, ya da kabir azabı çeker. Berzah veya kabir Hadis-i Şerif'in ifadesiyle, "Ya Cennet bahçelerinden bir bahçe, veya cehennem çukurlarından bir çukur"dur. Kıyameti müteakiben "mahşer"de, yeniden yaratılan bedenine döner, dünyada yaptıkları için o "büyük mahkeme"de hesap verir.
Düzceli Mehmet, çok önemsediğini davranışlarıyla belli ettiği bir soru daha sordu:
"Niçin her müslüman kendi dilinde değil de, Arapça ibadet ediyor? Allah her dili işitir, her kulun yalvarışını anlıyorsa neden Arap dilinde ibadete zorlanıyoruz? Bu konuda bir terslik yok mu?
Bu soru da son günlerde, yeniden gündeme gelerek sık sık soruluyordu. Bu soruyu soranların bir kısmı, konunun özünü bilmeyenlerdi ve öğrenmek niyetiyle soruyorlardı. Ancak, büyük bir kısmı da, daha çok İslam'a olan antipatilerini belirtmek için zihinleri bulandırmak amacıyla soranlardı. Mehmet ise, birinci şıkkı temsil edenlerdendi.
Cevap vermeye çalıştım:
"Malûmdur ki, Müslümanlar namazlarında Kur'an-ı Kerîm'in bâzı parçalarını okumakla (kıraatle) mükelleftirler. Müslümanların ana dili ve vatanı ne olursa olsun, bu usûl, Hz. Peygamber zamanından beri değişmemiştir. İstikbalde de böyle mi olmalıdır?
İlk bakışta mü'minin, kindi konuştuğu ve anladığı bir dilde ibaret etmesi, gayet doğal bir durum olması gerektiğini akla getiriyor. Ancak, konu derinliğine incelendiğinde, bilinmesi gereken önemli ayrıntıların olduğu da görülüyor.
Her şeyden önce dua ile namaz arasında açık bir ayırma yapmak icabeder. Namaz dışındaki duada mü'minin ihtiyaçlarını ve dileklerini Rabbine istediği dilde bildirmesi yasak değildir. Bu şahsî bir mes'eledir ve kulun Hâlik'ı ile olan vasıtasız münasebetleri ile ilgilidir. Buna mukabil namaz kolektif, umumî bir ibadettir ve namaza iştirâk eden diğer mü'minlerin ihtiyaçları da dikkate alınmalıdır. Namaz, prensip olarak ve tercihen cemaatle kılınır; tek başına ferdî olarak kılınan namaza müsaade vardır, fakat asla tercih edilmez, tercih cemaatle kılınan namazdır.
Şayet İslâmiyet herhangi bir bölgenin, ırkın, milletin dîni olsaydı, şüphesiz bu bölgenin, bu ırkın veya bu milletin dili kullanılabilirdi. Fakat, bütün ırklardan ve dünyanın değişik noktalarında oturan ve her biri diğerleri tarafından anlaşılmayan yüzlerce dili konuşan mü'minlere sâhip, cihanşümûl bir dînin icapları başka olacaktır. Çince bilmeyen bir Türk'ün Çin'e gittiğini ve sokaklarda çing çang çung'a benzer sesler işittiğini farz edelim. Âşikârdır ki o hiçbir şey anlamayacaktır ve şâyet bu sözler ezanın, Allahü Ekber'in tercümesi ise, hiçbir şey'in farkına varamayacak ve meselâ Cuma namazını kaçıracaktır. (Çin'deki camiler Türkiye'deki minareleri ile kendini belli eden camilere hiç benzemez.) Aynı şekilde Türkiye'den geçen Çinli Müslümanın, Türkiye'deki Müslümanlar kendi dilleriyle ibadet ettikleri takdirde, dindaşlarıyla ortak hiçbir tarafı olmayacaktır. Şu halde cihanşümûl bir dînin bâzı müşterek esasları olmalıdır. Bu mevzuda ezan ve kıraat şüphesiz iki esas unsuru teşkil eder.
Misâl olarak beynelmilel kongre ve toplantıları zikredebiliriz. Meselâ, Birleşmiş Milletlerde herkes kendi lisanını değil, fakat Fransızca, İngilizce gibi müsaade edilen dilleri kullanılır. Umumun menfaati için, hususî menfaat feda edilir.
Meselenin daha az mühim olmayan diğer bir cephesi vardır; hiçbir tercüme asla orijinalinin yerini tutamaz. Kur'an-ı Kerîm'in yüzden fazla Türkçe tercümesi vardır ve her gün bunlara bir yenisi katılmaktadır. Bu da yeni âlimlerin, eskilerin tercümelerini kifayetsiz bulduklarını gösterir. Bütün diller için ve bir dilden diğer bir dile tercüme edilen herhangi bir eser için bu durum söz konusudur. Şu halde kifâyetsiz bir şey mi, yoksa hatâsız orijinal mi kullanılmalıdır. Burada şu noktayı bilhassa tebarüz ettirelim ki, İslâm'dan başka hiçbir din, peygamberine gönderilen vahyin orijinaline sâhip değildir. Bugün Hıristiyanların, Yahudilerin, Mecusîlerin sâhip olduğu dinî kitaplar, tercümeler, toplamalar, v.s.dir. Müslümanların, vahyin orijinaline, Kur'ân-ı Kerîm'e sâhip bulunmaları, kendileri için ne büyük bir şanstır.
Şunu da unutmayalım ki, namazda kullanılacak pek az kelime vardır. Önce ezan ve ikamet, sonra Allahü Ekber, Sübhâne rabbiye'l-azîm, Sübhâne rabbiye'l-a'lâ gibi ifadeler, Fâtiha sûresi ve iki kısa sûre vardır. Hepsi bir sahifeyi dahi aşmaz. Ve bu kelimelerin ekseriyeti herkesçe bilinir, bütün Müslümanların dillerine geçmiştir. O derece ki, çocuk veya yeni başlayan biri onların mânâsını zahmetsiz ve büyük bir gayret sarf etmeden öğrenir. Bu ifadelerin mânâsı bir defa öğrenilince artık itiraza yer kalmaz.
Son olarak, namazda Kur'ân-ı Kerîm'in tercümesinin okunmasının câiz olduğunu ileri sürmek için İmam-ı Â'zam Ebû Hanife'nin fetvâsına istinat ettiklerini söyleyen yazarları ele alalım. Bu yazarlar niçin hakikati tam olarak ifadeden kaçınıyorlar? İmam-ı Â'zam Ebû Hanife hazretleri başlangıçta bu kanaatte olmasına rağmen, zamanla fikrini değiştirdi Ð Hidâye ve Dürrü'l-Muhtâr bu hususu açıkça kaydediyorlar- ve normal hallerde sadece Arapça metin okunmasına cevaz veren umumî kanaate iştirâk etmiştir. Bediüzzaman Saîd Nûrsî'nin de görüşleri bu yöndedir. (Prof. Dr. M. Hamdullah)
Mehmet'in bir diğer sorusu da, yine sık sık gündeme getirilen bir konuyla ilgiliydi.
"Madem her şey Kur'ân'da olduğuna göre, mezhep imamlarına ve diğer İslâm âlimlerine ne ihtiyacımız var? Diyenlerin bu fikirlerinin ne derece hatalı olduğuna bazı misâllerle bakmaya çalışalım:
Bizler, Allah'ın şu kâinat kitabında kudret kalemiyle yazdığı eserlerinden kendi aklımızla çok az şeyler anlayabildiğimiz gibi, Kur'an'ı Kerîm'in okumakla veya ayetlerinin muhtasar manalarına nazar etmekle de çok az şey anlayabiliyoruz.
Kainat kitabını muhtelif yönleriyle ders veren fen alimleri ve faşifler oldugu gibi, elbette ki, Kur'an'ı Kerim'i de bizlere ders verecek alimler ve müçtehitler olacaktır.
Ami bir insan güneşi bir elma kadar zannederken, bir astronomi alime o güneşin bu dünyadan bir milyon defadan ziyade büyük olduğunu görebilmektedir.
Yine, okuma ve yazma bilmeyen bir adam, kanı kırmızı bir su olarak görürken, bir doktor o kan içindeki milyonlarca alyuvar ve akyuvarlara nazar edebilmektedir.
Bir insan, bir nehre baktığında sudan başka bir şey görmezken, bir elektrik mühendisi o nehrin arkasında elektrik cereyanını görebilmektedir.
Botanik ilminde habersiz olan bir kimse, bir bitkinin yüzüne dışarıdan bakarken, o fende terakki etmiş bir zat, bitkilerden gizli olan bir çok hazineleri ortaya çıkarmakta ve eczacı ise, onlardan ilaç yapmaktadır.
Şimdi bir adam eczanede ilaç almayıp, "mademki bütün ilaçlar çeşitli bitkilerden yapılıyor; o halde bu ilaçları bir eczacıya başvurup almak yerine, bunların kaynağından istifade edeceğim" diyerek, dağlara çıkıp ot toplasa ve onları ilaç diye yese, ne derece divanelik etmiş olur.
İşte Kur'an'ı Kerim'in, her bir ayetinde ne derece büyük nurlar, ne gibi eczalar ve nasıl ince manalar bulunduğunu ve her bir ayetin ne kadar azim ve büyük olduğunu anlayabilmemiz için elbette ki, onun mütehassısı, eczacısı ve mühendisi olan zatların ilimlerinden faydalanmamız gerekiyor. Aksi halde, ne kadar sathi nazarla kalacağımız ve ne derece cahil olacağımız yukarıdaki misallerden anlaşılmaktadır.(Mehmet Kırkıncı)
Mehmet bir müddet sustu. Dinlediklerini, bir kez daha hafızasından değerlendiriyor gibi bir hal içindeydi.
Konuyu değiştirip, siyasi bazı hususlara temas etmek istedi. Ben de konuyu açılmadan kapatmak için;
"Siyaseti pek sevmem ve ilgilenmem, dedim. Beni daha çok insanların eğitim, ahlak, karakter ve inanç yapıları ilgilendirir.
Bugün insanların en muhtaç oldukları konu, siyaset değil, doğruluk, dürüstlük ve hoşgörüdür. Bu da imanla ve Allah korkusuyla mümkündür. Beni daha çok, işin bu yanı alakadar etmektedir. Çünkü insan düzelince her şey düzelecektir. İnsan düzelmesi de siyasetle değil, imanla mümkündür.
Bu kısa girişi bir fırsat bilen Mehmet bir başka soru daha sordu.
"Peki bir toplumun ve devletin düzelmesi, insanın yetişmesine ve düzelmesine bağlıysa, bu çok uzun bir yol olmaz mı? Yani bir insan ancak otuz yılda yetişir, eğitimini alır ve olgunlaşır. Bir toplumu düzeltmek için otuz yıl mı beklenecektir? Toplumu yönetenlerin değiştirilmesi ve daha ehil insanların getirilmesi daha kısa bir yol değil mi?
Mehmet çok önemli bir soru sormuştu. Toplumun huzuru ve saadeti için ortaya çıkıp, acelecilik ve yanlış metotları yüzünden toplumun ne kadar sıkıntılar çektiği, yüzlerce örnekle bilindiği halde, hala işin siyaset, darbe ve bir baskınla, yönetim kademesini değiştirip, topluma daha iyi yön vermek fikrinde olanlar vardı. Bu çok tehlikeli ve zararlıydı.
Bu soruya özenle cevap vermeye çalıştım.
"Maalesef, bazı heyecanlı ve eksik metotlara sahip bazı insanlar, bu yolun çok uzun olduğunu iddia ederek, bedenin ancak baş değiştirmek sûretiyle tedavi edilebileceğini ileri sürmektedirler. Halbuki bu kimseler, başı değiştirelim derken gövdeyi de ölüme itmektedirler.
Başla gövde arasındaki münasebet, idareci kadro ile, idare edilen zümre arasında da mevcuttur. Başta bir bozukluk varsa, onun tedavisi de tedricen yani doğal şartları içinde, basamak basamak olacaktır.
Bu asırda iman eksikliğinden dolayı, kâinattaki mutlak hikmeti anlayamamak, kader ve cûz'i ihtiyârî münasebetlerini bilmemek gibi sebeplerden dolayı insanlarda birçok itikat hastalıkları doğmuş bulunmaktadır. Bir kimse de bu hastalıklarla ilgili işaretler görüldüğünde yapılacak şey, acelecilik edip, insana ve onun davranışlarına hücum etmek yerine, hastalığın kaynağını keşfedip, onu tedavi edici hususlar üzerinde durmak lâzımdır.
İtikadı sarsılmış, imanı bozulmuş davranışlarında kendisine ve topluma karşı zararlar oluşmuş bir kimseye, hücum edip, onu döverek, hapse atarak ve hatta öldürerek bu zararları ortadan kaldırmak mümkün değildir. O insanı, uzun bir yol da olsa, sabırla ıslah etmek gerekecektir.
İnsanlar ıslah edilince, toplum da devlette ve onu yönetenler de ıslah edilmiş olacaklardır. Bu uzun yolu, sabırla takip etmek lâzımdır.
Vurarak, yıkarak, darbeyle veya siyasi entrikalarla insan ve toplum düzelmez. Daha çok karışır. Her şeyin başı insanı ve insan dünyasındaki olumsuz ve zararlı düşüncelerden kurtarmak, ona kim ve neci olduğunu, nereden gelip, nereye gittiğini ve gayesini hatırlatmaktır. Bu da Allah'a ve ahirete imanla mümkün olur.
Vakit bir hayli ilerlemişti.
alıntı................
__________________



Forum Kuralları - Forum İlkeleri

Ey nefsim! Deme "Zaman değişmiş, asır başkalaşmış,herkes dünyaya dalmış,hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur." Çünkü ölüm değişmiyor..

Hem deme : "Ben de herkes gibiyim" Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder.
Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır...
  #20  
Alt 08-02-2008, 13:22
TÜRKER - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
TÜRKER TÜRKER isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Forum Yönetim
 
Üyelik tarihi: Dec 2007
Bulunduğu yer: @TÜRKER
Mesajlar: 1,124
Post düzceli mehmet(21)

CEVAPLAR ÇOK ETKİLEYİCİ

Bize gece kahvesi getiren eşim;
"Sohbetiniz çok tatlı ama, misafirimizi de çok yordun diye, tekrar araya girdi. Neredeyse, sabah ezanı okunacak. Biraz ara verin de, daha sonra yine uygun bir vakitte devam edersiniz.
Bu sözler karşısında, acaba tepkisi nasıl olacak, diye Mehmet'e doğru baktım.
Mehmet, duraklamadan cevap verdi.
"Hayır yenge, benim yorulduğum felan yok. Bu sohbetin ne anlama geldiğini bilmek için, şu anda iç dünyamda yankılanan sesi duymanız lâzımdır. Hayatımda çok isteyip de, konuşmaya ve sormaya korktuğum konular açıldı bu gece... Bu gece, hayatımın ya sonu, ya da başlangıcı olur. Bilemiyorum, bir yerlerden, bir yerlere doğru geliyorum. Bu yol nereye çıkacak onu da merak ediyorum.
Çok sorular sordum, gerçekten çok da etkileyici cevaplar aldım. Henüz bunları yorumlayıp, detaylı bir şekilde değerlendirmiş değilim.
Bu kadar önemli ve ağır konuları, ancak birkaç haftaya kadar hazmeder, bir sonuca ulaşırım. Düşünmek için zamana ihtiyacım var.
Bu tespitler çok önemliydi. Çok zeki, çok anlayışlı ve intikal gücü fevkaladeydi. Cevaplar verilirken, sonucun nereye çıkacağını, daha işin başından itibaren anlıyordu. Bu da karşılıklı konuşmayı kolaylaştırıyordu.
İçtiğimiz gece kahvesinden sonra sorularına devam etti. Soruların cevaplarını ise, genellikle Risâle-i Nûr kitaplarında açıp okuduk. Çok etkileniyordu. Özellikle de Risâle-i Nûr kitapların izâhlarına karşı sık sık:
"Neden bu kitaplar halka anlatılmıyor, okullara ders kitabı olarak koymuyorlar, diye üzüntülerini ifade ediyordu.
O gece çok şey, ama çok önemli şeyler konuşulmuştu. Neler sormamıştı ki?
Melaikeyi niçin görmüyoruz? Hz. İsa peygamber niçin babasız doğmuştur? Müslüman ülkeler niçin geri kalmış da, Hıristiyan Batı ülkeleri ileri gitmiştir? Din ilme ters düşer mi? Hayat bir yardımlaşma mı, yoksa mücadele mi? Ölen insanın ruhu, bir başka bedenle tekrar gelir mi? Kabir hayatı ve ahiret nasıldır? v.s gibi daha bir çok soru...
Mümkün olduğu ölçüde bu soruların cevapları; başta Risâle-i Nûr eserleri olmak üzere, daha birkaç kaynakta istifade edilerek okumuştuk.
Bu sohbet esnasında Mehmet'in farklı bir yönünü keşfetmiştim. Mehmet soruları, zora sokmak ve karşıyı bunaltmak için değil de, öğrenmek ve bilmek amacıyla soruyordu. Bu ise, çok zevkli ve çok tatlı bir sohbet havası oluşturuyordu. Aldığı cevaptan tatmin olmadığı zaman da, tereddütsüz:
"Hocam, bu cevap benim için yeterli değil, diyerek, hakperestliğini ortaya koyuyordu.
Sohbetimizin sonunda, Mehmet masanın üstünde duran Risâle-i Nûr Kitaplarını bir müddet karıştırdı.
Birden bire dönüp:
"Neden hocam devlete isyan etmiş birisinin kitaplarını okuyorsun? diye sordu.
Mehmet'in ne demek istediğini anlamıştım.
"Hayır, dedim. Bir çok insan gibi sen de Said Nûrsî ile, devlete isyan eden Şeyh Said'i karıştırıyorsun.
Saîd Nûrsî, devlete isyan etmediği gibi, devlete isyan eden Şeyh Said'in isyanını önlemek için çok çalışmıştır.
"Ancak silah, dışarıdaki düşmanlara karşı kullanılır. İçeride, kardeş kardeşe karşı silah kullanamaz. Bu hareketinizden vazgeçiniz" (Tarihçe-i Hayat) diye, ikaz etmiştir.
Said Nûrsî, vatanın kurtulması için gönüllü bir milis alayının başına geçmiş, Ruslar ve Ermenilerle çarpışmış ve Rusya'ya esir düşmüştür. Esaret dönüşünden sonra, Mustafa Kemal tarafından Ankara'ya davet edilmiş ve mecliste konuşmalar yapıp, birlik ve beraberlik çağrısına bulunmuştur.
Mehmet üzgün bir ifadeyle;
"Hocam bir yanlışımı daha gördüm, dedi. Demek ki biz Şeyh Said'le, Said Nûrsî'yi birbirine karıştırıyoruz.
Sorusuna devam etti.
"Risâle-i Nûr kitapları genellikle imani konularda mı bahsetmektedir?
Ben de, espriyle karışık,
"İşte bu soruya cevap vermeyeceğim, dedim.
"Neden? diye sorunca da;
"Oku da cevabını kendin bul, diyerek cevap verdim.
"Peki hocam, dedi. Gerçekten okuyacağım. Zaten şimdiden çok merak ettim.
Okuması için kendisine iki kitap verdim.
Birisi; Bedîüzzaman Said Nûrsî'nin Asây-ı Musa isimli bir kitabı. Öbürü de; Kendini Arayan Adam.
"Bunları okuyun tekrar konuşuruz, dedim.
Mehmet'in dudaklarında oluşan tatlı bir tebessümle bana dönerek:
"Hocam, inanmanızı istiyorum ki, hayatımın en tatlı ve en anlamlı gecesini yaşadım. Bu hayatımda özel bir kesit oluşturdu. En azından farklı dünyaların varlığını görebildim. Ve ilk defa, bir aile yuvasının insanı bu kadar rahatlatabildiğini, gizli ve sihirli bir mutluluk oluşturduğunu gözledim.
O hafta sonunu, bu ve buna benzer sohbetlerle geçmişti. Her ne kadar Mehmet, kendisi için unutulmaz bir hafta sonu olduğunu ifade etme de, aslında benim için daha da unutulmaz bir hafta sonu olmuştu.
Bu vesileyle, bir kere daha şunu çok iyi anlamıştım ki, gençlerin bunalımdan kurtulmaları ve toplumun huzurlu bir hayat yaşaması ve devletin anarşiyle başının derde girmemesi için, okullardan sunulan eğitimin çok büyük önemi vardı. Problemli bir gence, bir öğrenciye sunulması gereken en önemli eğitim, insanın gayesini anlatmak, ne için yaşadığını öğretmek, bir hesabın olduğunu kavratmaktı. Eğer bu yapılırsa, gençliğin ve toplumun bir çok sıkıntısı kendiliğinde hallolacaktı. Çünkü, inançsız, ne için yaşadığını bilmeyen ve bir hesabın varlığına inanmayan bir insan, kötülük yapmaması ve zarar vermemesi için bir neden yoktu. Kimden korkup, kimden çekinip kendisine çeki düzen verecekti? Yani insanın içindeki oto kontrol sistemi nasıl harekete geçecekti? Bunu Allah korkusu ve yaptıklarının hesabını vereceğine inanmaktan başka ne temin edebilirdi? O gece bu ve benzer konular sürekli kafamı meşgul etmişti.
Mehmet'le tekrar üniversiteye döndüğümüzde, daha konuşacağımız çok şeylerin olduğunu biliyorduk.
alıntı..........
__________________



Forum Kuralları - Forum İlkeleri

Ey nefsim! Deme "Zaman değişmiş, asır başkalaşmış,herkes dünyaya dalmış,hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur." Çünkü ölüm değişmiyor..

Hem deme : "Ben de herkes gibiyim" Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder.
Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır...
Konu Kapatılmıştır


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Hizli Erisim

Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Kendini arayan adam (halit ertuğrul)her şey bir yolculukla başladı CUMHUR Kitap ve Dergi Bölümü 0 08-01-2008 20:15


WEZ Format +3. Şuan Saat: 17:40 - Tarih: 04-29-2024..


Powered by vBulletin 3.7.3
Copyright © 2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Copyright © İBADETREHBERİ Forum, All Rights Reserved
Web Tasarım: @Türker
Her Şey ALLAH(c.c) Rızası İçin.