Ya ALLAH

Anasayfa Kimler Online Bugünki Mesajlar Forumları Okundu Kabul Et
Geri git   İBADET REHBERİ FORUM > --=EDEBİYAT ve KÜLTÜR=-- > Kitap ve Dergi Bölümü

Kitap ve Dergi Bölümü Kitap ve Dergi Paylaşımları (Roman) v.s

Cevapla
 
Seçenekler
  #1  
Alt 08-01-2008, 20:38
CUMHUR - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
CUMHUR CUMHUR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Özel Üye
 
Üyelik tarihi: Jan 2008
Mesajlar: 4,046
Standart Kendini arayan adam (İlk namaz ve itiraflar)

İlk namaz ve itiraflar
Vakit nasıl da geçmişti? On saate yakın süren sohbetimiz, hâdisenin şevk ve heyecanıyla bizlere on dakika gibi kısa gelmişti. Sevincimizden kuşlar gibi uçasımız geliyordu. O gece, bizim için tarihî bir hâdise vasfını taşıyordu. O hâdise, ne bombalı bir saldırı, ne insan hayatına taarruz, ne toplulukları ve kahveleri tarama, ve ne de, hükümet ve devlete karşı isyandı. O geceki hâdise; imânsızlık cereyanlarının, imân hakikatleri karşısında çöküşü ve bu hakikatleri, zamanımızın anlayışına göre en uygun şekilde izah ve isbat eden ve Kur'ân'ın günümüzdeki en mükemmel bir tefsiri durumunda bulunan Risale-i Nurun bir zaferiydi. Evet, asrımızın tefsiri olan bu eser, sanki küfür cephesini temsilen karşımıza dikilen "o adam"ı asırlık bir çınar gibi yıkmış ve kendi iç dünyası ile hesaplaşmaya itmişti.
Misafirimizin gözlerinde oynaşan pırıl pırıl bakışlarda, bu başkalaşmanın, değişmenin ve "yeniden doğma"nın izlerini görmek mümkündü.
Ezanları hep beraber dinledikten sonra ev sahibimiz:
"Beyefendi" dedi, "sizi çok yorduk, kusura bakmayın. Yatağınız, içeride hazır, buyurun istirahat edin. Biz de namazlarımızı kılıp yatarız. Ben sizi kahvaltıya kaldırırım."
Misafirimiz bu nazik teklifi hiç duymamış gibiydi. Arkadaşımla birlikte abdest hazırlığı yaparken, sessizce yanıma yaklaşarak:
"Hocam" dedi, "ben de abdest alsam!"
O anda bütün vücudumun titrediğini hissettim. Bütün gece boyunca konuşmama rağmen, o anda söyleyecek tek bir kelime dahi bulamıyor, ne gözlerime, ne de kulaklarıma inanamıyordum. Bu hâdisenin bir rüya olmasından, uyanınca kaçıp gitmesinden korkuyordum.
Onu abdest alacağı yere doğru götürürken, heyecan duygusunun insanı bu derece rahatsız bıraktığını ilk defa hissettim. Daha birkaç saat önce Allah'a inanmadığını ifade eden ve bunu da bir dâvâ olarak savunan yarım asırlık bir mücadele sahibi, o Büyük Kudret'in önünde secdeye kapanıp af dilemek için abdest alıyordu. Hareketlerinden, bir çocuk gibi hıçkırarak ağlamamak için kendisini zor tuttuğu anlaşılıyordu.
Bu ne ibretli bir tabloydu Allah'ım! Sanki imtihan perdesi yırtılmış ve hakikatler önümüze serilmişti.
Pantolonunun paçalarını, gömleğinin ise kollarını sıvamış vaziyette abdest almak için bana doğru baktığında, hiç oralı olmamış gibi davranarak arkamı döndüm. Başka şeylerle meşgul oluyordum. Bu aziz misafirimiz, abdest almayı bilmediği halde, belki de bütün melekler tarafından alkışlanan bir hazırlık içindeydi. Gözlerim, küçük kaçamaklar halinde ona çevriliyordu. Önce musluğu açarak başına biraz su sürdü. Sonra, kollarını omuzlarına kadar ve ayaklarını da dizlerine doğru yıkadı. Kendisini o anda ikaz etmem, elbette yanlış bir hareket olacaktı. Namaza başlayınca, nasıl olsa doğruyu kendisi öğrencekti.
Ev sahibimiz arkasında namaza dururken, gözüm yine "o adam"ın üzerindeydi. Büyük bir tefekkürle dalıp gitmiş ve âdeta kendinden geçmişti.
Birden kulağıma doğru eğilip:
"Ne namazı kılacağız?" diye sordu.
"Sabah namazı."
"Öyle ya" dedi. "Sabahleyin, sabah namazı kılınır. Ne kadar da dalmışım."
"Peki, kaç defa yatıp kalkacağız?"
Arkadaşımız, "Kaç rekât?" demek istiyordu.
Ve birlikte, huzur-u İlâhîde el bağladık.
Aaah o an! Aaah o namaz! Neydi o haz ve lezzet Allah'ım? Sanki madde âleminden çıkmış ve sadece huzur ve hazzın yaşandığı manevî âlemlere girmiştik.
Bu aziz misafirimizle birlikte ben de bütün âleme doğru haykırmak istiyordum:
"Ya Rabbi, Senin azametin ve kudretin ne kadar büyük? Senin şanın, ne kadar yüce ve yakıcı?"
"İlâhî, bu lütfun ve bu ikramın karşısında dilim bağlandığı için, şükrümü ifade edecek bir kelime bulamıyorum. Sen ne büyüksün ki, yarım asır boyunca eğilmeyen mağrur başlar, Sana secde ediyor? Rakip tanımayan grur dolu 'benlik'ler, sana iltica ediyor, Adına, şanına, dinine karşı inkârcılığı 'hak' dâvâ edenler, en ufak bir hakikat karşısında pişman oluyor, Allah diyor."
"Sen ne büyüksün Allah'ım!"
"O adam," daha sonra gönderdiği mektubunda, birlikte kıldığımız namazı şöyle anlatıyordu:
"Bu, hayatımda kıldığım ilk namazdı. Ya Rab! Ne büyük lezzet, ne büyük hazdı o? Namaz boyunca sessiz sedasız ağlamıştım. Risale-i Nur, elini kalbime uzatarak kir ve küfür nâmına ne varsa hepsini söküp atmıştı. Şimdi içinde çarpan, yıktıklarımı yapabilme endişesiydi."
Namazı bitirmiş kalkıyorduk. "Allah kabul etsin" diyerek elimi kendisine doğru uzattığımda, kollarını boynuma dolayarak ağlamaya başladı. Bir çocuk gibi hıçkırıyordu. Dayanmak ne mümkün!
"Ya Rabbi!" diyordu, Sana nasıl şükredeyim? Bunu bile bilemiyorum. Bana hesapsız ikramlar, nimetler, bitmez tükenmez hazineler verdin. Hem de Sana isyan etmiş olduğum halde. Zaten senin büyüklüğün de burada değil mi?"
Kendisine hiç birşey söylemiyorduk. Kendinden geçmiş vaziyette:
"Allah'ım! Ne olurdu yeniden dünyaya gelmiş olsaydım" diye tekrarlayıp duruyordu. "Bu hakikatları bilerek bir dakika yaşamayı, onlardan habersiz binlerce yıl yaşamaya tercih edeceğimi öğrendim, ama bir ayağım kabre girdikten sonra... Bundan sonraki af dileklerim ve göz yaşlarım, bir şeyi değiştirir mi bilmiyorum? Ama, şunu bütün kalbimle ifade ediyorum ki, yıktıklarımı yapabilmek için, her gün bir can veremeye razıyım."
Misafirimizin gözyaşlarına karışmış yalvarışları dinmek bilmiyordu. Teselli bulup oturduğu zaman, gözleri kan çanağına dönmüştü. Göğüs kafesi ise, körük gibi inip kalkmaktaydı.
Sabah kahvaltısınından sonra, biraz olsun kendine gelebildi.
O ana kadar kendisi hakkında en ufak bir bilgimiz olmayan misafirimizi, artık daha yakından tanımak istiyorduk:
Kimdi? Nereliydi? Ne yapmaktaydı? Nerede oturuyordu? Böylesine inanmış bir dâvâ adamının hayat hikâyesi, elbette dinlemeye değerdi.
Fakat o, bütün ısrarımıza rağmen, kendisi hakkında ayrıntılı bilgi vermekten kaçındı.
"Bırakın Allah aşkına," diyordu. "Tahrip, inkâr ve küfür dolu bir hayatın nesini dinlemek istiyorsunuz? Benim hayatımda kap kara bir geçmişten başka bir şey yok ki..."
"Öyle bir geçmiş ki, bu geçmişte masum ve günahsız vatan evlatlarının çığlıkları duyulur. Yıkılan ocakların enkazları yatar. Dökülen kanların lekeleri görülür. İsyanların ve saldırıların izleri yer alır. Ve bu geçmişte, devletimizin yıkılması için haincesine plânlar, metotlar, arzu ve emeller göze çarpar.
"Bunalım mı dinlemek istiyorsunuz?"
"Şimdilik o kapıyı açmayın ve bana, böylesine kara bir ömrü birkaç saatte aydınlatabilen Risale-i Nur gibi bir eserden ve bu asra damgasını vuran Bediüzzaman'dan bahsedin. Küfür ve tahrip dolu kafaları, gönülleri aydınlatan bu Nurun metotlarını, gayesini, çalışma şeklini... Ülkemizdeki ve dünyadaki yankılarını... İslâm âlimlerinin bu konudaki görüşlerini... Adlî mercilerin bakış tarzını ve bu konuda kazanılan zaferleri... Kısaca, bu hizmet adına her şeyi anlatın bana.
"Şu anda bundan başka bir şey duymak ve dinlemek istemiyorum."
Kısa paragraflarla anlatmaya çalışıyoruz. Büyük bir iştiyak ve zevkle dinledikten sonra başını sallayarak:
"Evet" diyor, "Nesilleri bu şekilde kurtarmak isteyen bir hizmet şekli bizim en büyük düşmanımızdı."
Bu samimi itirafın üzerine, hayretle sunuyorum:
"Niçin en büyük düşmanınız Nur hizmeti ve Bediüzzaman Said Nursi'ydi? Halbuki komünizme savaş açmış birçok teşkilat ve dernekler var. Bunlar her fırsatta 'Komünizmi biz durduruyoruz. Eğer bizler olmasaydık, bu vatana bolşevikler girerdi' gibi iddialarda bulunuyorlar. Ve bir kısmı da silâhla, size karşı mücadele ediyorlar.
Halbuki Nur talebeleri, hiçbir şekilde kaba kuvvete başvurmuyorlar."
Biraz önce sîmasına yayılan tebessüm, bir anda siliniyor ve yeniden ciddileşerek:
"Hocam," diyor, tok sesiyle, "bana çok önemli bir soru sordunuz. Bunun cevabını kalbimde tam olarak hissetmeme rağmen, açık şekilde izah ediyorum. Yani Nur hizmeti hakkında bilgim yok demek istemiyorum. Ama şu eserleri bir defa okuyabilsem, eminim o zaman daha detaylı cevaplar verebilirim.
"Şu anda hemen söyleyeyim:
"Komünizm bir ülkeye girmek isteyince, bazı taktikler kullanır. Bunlar, fakirliği ve yoksulluğu istismar etmek, ekonomik politikiları beğenmemek ve daha iyi bir hayat vaad etmektedir. Bu arada işçilerin sömürüldüğü iddia edilir... Zenginler, çok kötü ve mutlak surette sömürücü gibi gösterilirler. Gençler, inkâr ve şehvet yoluyla aldatılmaya çalışılır.
"Bütün bunlara tepki olarak da başta işçi, talebe ve yoksul vatandaşlar sokağa çekilir. Mevcut hükümet zor duruma sokularak bir karışıklık ve isyan hareketine zemin hazırlanır. İşte bu nokta da istenilen kıvam elde edilmiş olur.
"Komünizm hareketine kaba kuvvete karşı koymak isteyen gruplar, aslında komünizm hareketini durduramadıkları gibi, bilakis, karışıklık, saldırı, öldürme ve isyan gibi hareketleri onu daha çok körüklemiş olurlar. Bu, zaten komünizmin istediği bir metottur. Çünkü bu hareketi yalnız komünizm taraftarı olanlar yapsalar, orduyu ve bütün vatandaşları karşılarına alıp çabuk ezilirler. Fakat bu harekete, 'Komünizmle mücadele ediyoruz' diyenler de karışırsa, hem ordu, hem de vatandaş ikiye bölünür. Biri bir tarafı, diğeri de öbür tarafı tutar. Tıpkı şimdi olduğu gibi... Kimin suçlu, kimin suçsuz olduğu bilinemez. Çünkü ikisi de adam öldürmekte ve karışıklık çıkarmaktadır. Kanun birisini haklı, birisini haksız göremez.
"Bundan dolayı, silâha sarılana karşı mücadeleyi, güvenlik güçleri yapmalıdır. Vatandaşın vazifesi, güvenlik güçlerine mânen destek olmaktır. Yoksa 'Biz, komünizme karşı savaşıyoruz' demek, konümizmin istediği karışıklığı ve devlet otoritesinin zayıflamasını hızlandırır. Bu da komünizmin en çok istediği bir durumdur.
"Şimdi, asıl sorunuza dönelim:"
"Komünizmin esas malzemesi olan gençeler, inkâr, şehvet, başıboşluk ve maddi vaadlerle komünizme çekilir ve paravan olarak kullanılır.
"İşte Nur hizmeti, komünizm cereyanını yürüten gençlerle sessiz bir mücadeleye girmiştir. Kaba kuvvet kullanılmadığı için bu mücadele hiç göze çarpmaz. Bu hizmetin olağanüstü metoduyla akıl ve kalpler fethedilir. Şüphe ve inkâr kirleri temizlenir. Materyalist fikirler, ilmî ve aklî delillerle yıkılarak yok edilir. Neticede o fikri taşıyan gençler tek tek kurtarılarak hakikat yoluna sevkedilir.
"Şu sohbetlerimizde gördüm ki, Risale-i Nur, örneği bir daha gösterilemeyecek mükemmellikte bir tefsirdir. Sanki Bediüzzaman, bu asrın ihtiyaçlarını, insanların kalp ve akıllarındaki şüpheleri görerek ve bilerek Kur'ân'ı tefsir etmiştir. Açıkça söyleyeyim ki, aklı, mantığı ve biraz da insafı olan birisi, bu eserlerdeki hakikatlere itiraz edemez. Bu yüzden komünizmle mücadele etmek isteyen bir devlet, Nur hizmetini mutlaka destekleyip okullara koymalıdır. Gençleri, şehvetten, başıboşluktan ve mesuliyetsizlikten kurtarmak için bundan başka çâre yoktur."
Konuşmanın arasında yine araya giriyorum:
"Komünizm, bütün gayretlerine rağmen neden Türkiye'de muvaffak olamadı?"
Hafifçe gülümseyerek:
"Komünizm, bu kadar müsait bir zemine rağmen neden hâlâ ülkemize giremeyişinin en güzel örneği ben değil miyim?" dedi. "Elli koca yılımı bu dâvâ uğurana harcamışım. Hayatımı kaç defa bu ideoloji uğruna tehlikeye atmışım. Bu uğurda çektiğim sıkıntıları anlatsam kütüphaneler dolusu kitap olur. Ama birkaç saatlik küçük bir sohbet sonunda dünyalarım, fikrim, inancım ve felsefem yıkılıyor. Tövbe ediyorum ve secdeye kapanıyorum. Bence bu, asrın olayıdır. Bu hakikat yalnızca ülkemize değil, bütün dünyaya anlatılmalıdır. Böyle olunca da, komünizm bu muhkem engeli aşamayacaktır."
Söz, tekrar kendi özel hayatına gelince:
"Bana Salih Gökkaya derler" diyor. "Yani ben bu isimle tanınırım. Çevrem beni böyle bilir."
"Asıl adınız ne öyleyse?" diye soruyorum.
Yine tebessüm ederek:
"Şimdilik bu kadarını bilin yeter" diyor. "Hem artık dostuz. Bundan da öte kardeşiz. İleride çok görüşüp, konuşacağız. Benim hakkımda en ufak ayrıntıyı bile öğrenceksiniz. Ama şu anda bazı şeyleri gizli tutmamı hoşgörünüz."
Kendi dâvâsının ileri saflarındaki bir lider olan Salih Beyin bu dönüşüyle ilgili olarak özel tedbirlere başvurmasını, özellikle can emniyeti açısından akla yatkın buluyor ve ısrar etmeyerek konuyu değiştiriyoruz.
"Şu anda, Türkiye'deki marksistlerin gerçek gücü nedir?" diye soruyorum: Şöyle cevap veriyor:
"1. Yüzde altmışı, şöhret ve şehvet düşkünüdür.
"2. Yüzde otuzu, makam ve para düşkünüdür.
"3. Yüzde beşi, kendi özel hesaplaşmasını bu yolla gerçekleştirmek için uğraşır.
"4. Yüzde beşi ise, hayâl ettikleri dünyaya kavuşmak için, hiç bir ücret beklemeden çırpınıp durur.
"Görüldüğü gibi, ülkemizdeki komünizmin gerçek gücü, yüzde beş kadardır. Ve gerçek dâvâ adamı yok denecek kadar azdır."
Sohbetin başından beri sormak istediğim soruyu soruyorum:
"Sizin bu dâvâ içindeki fonksiyonunuz neydi acabâ?"
Gülüyor yeniden:
"Yine mi özel hayatım?" diyor. "Peki, özet olarak anlatmaya çalışayım:
"Her şeyimi bu ideolojiye adamıştım. Gördüğüm eksiklik ve noksanlığın bu şekilde giderileceğini ve aradığım hayâle de bu yolla kavuşabileceğimi sanıyordum. Bu felsefe, benliğime ve ruhuma işlemişti. En değerli yıllarımı, bu fikrin ve bu felsefenin tahsili için harcadım. Komünizm adına her şeyi ezberlemiştim âdeta...
"İyi doldurulmuştum. İyi dolmuştum. Bu benim için hayatın parçası değil, hayatın kendisiydi. Çabuk sivrildim ve genç yaşta çok önemli yerlere geldim.
"Dâvâma hizmet etmek için İngilizce, Fıransızca, Rusça ve yarım yamalak da Arapça öğrendim. Defalarca işten atıldım. Sayısını hatırlayamayacağım kadar çok olmak üzere, sabahlara kadar karakollarda dayak yedim, hapislere ve mecburi iskâna tâbi tutuldum.
"Bütün bunlara rağmen hiçbir zaman ücret, karşılık beklemedim. Ama benimle beraber bu yola çıkanlar, göz kamaştırıcı makamlar elde ettiler. Meşhur oldular. Bir çoğunu bu sayede dünya tanıdı. Hatta bu perde altında bir çoğu da milyarlar vurdu. Ben ise, bunların hiçbirisini düşünmedim. Teklif mi edilmedi? Hayır. İnanın ki, onların hepsini avucuma alacak güçteyim. Ama kalbimdeki samimiyet ve karşılıksız hizmet anlayışı buna müsaade etmedi.
"Bilirsiniz ki, kimse geri hizmetlerde çalışmak istemez. Ön saflara geçmek daha güzeldir. Fakat ben, her nedense bu işin bensiz yürüyemiyeceğini düşünerek, hep arka safları organize etmeye çalıştım.
"Epeyce yurtdışı seyahatlerim oldu. Dünyanın sayılı marksist liderleriyle görüştüm. Birçok noktalarda, onlarla münakaşa edebilecek kadar kendimi yetişmiş bir eleman olarak görüyordum. Öyle de oldu.
"Enver Hoca, Mareşal Tito, Milavon Dijilas, Fidel Kastro ve Abdünnasır gibi isimlerin yanında birçok Çin ve Rus marksistlerle görüştüm. Onların hayatlarını gördükçe, hayal kırıklığına uğruyor, fakat yine de, 'Bunlar tam olarak marksizmi anlayamamışlar, iyice kavrarlarsa, bu aksaklıkları giderirler' diyerek teselli buluyordum.
"Şimdi o dünyayı, bir sis içinde hayâl meyal görüyor ve unutmak istiyorum."
Salih Beye son sorumu soruyorum:
"Siz, komünizmin çarpıklığına ve keyfî uygulamalarına defalarca şahit olmanıza rağmen, neden elli yıl boyunca onu savunmaya devam ettiniz?"
Bu soruya da özenle cevap vermeye çalışarak:
"İnsan bir şeye inandı mı, onun hatasını kolay kolay kabul edemez," diyor. "Bir ömür boyu süren emek var. Onca gayret, onca fedakârlık. Görülen aksaklıkların düzeltileceği fikri de sık sık işleniyor. Bir hata olsa, 'onu aldatılmış burjuva kalıntıları yapmıştır' denerek işin içinden çıkılıyor.
"Öte yandan ufak tefek zâyiatlar, dünya ihtilâli için hoş görülüyor. Birkaç devletin veya sayısı binlerce de olsa insanların bu uğurda önemi olmuyor.
"Elde, başka alternafit olmadığı için kıyaslama imkânı da bulamıyorsunuz. Ama şuna bütün kalbimle inanıyorum ki, teknoloji ve ilmin bu kadar hızla ilerlediği bir dünyada komünizm fazla dayanamaz. Ömrü çok azdır."
Salih Beyin on yol önce söylediği bu sözlerin ne kadar isabetli olduğunu zaman gösterdi. 1989 yılı sonuna doğru komünist ülkeler, kendi halkı ve kendi insanı tarafından bir bir yıkıldı, komünist partiler kaldırıldı ve hür seçimlere gidildi. Bu asrı kana bulayan bu korkunç yönetim tarzı, inşaallah tarihe karışmak üzere...
Konuşacağımız çok şey vardı. Ama otobüsümüzün kalkma saati yaklaşmıştı. Büyük bir muhabbet, heyecan ve gözyaşları arasında vedalaştık. Kendisine adresimizi verdik ve mektuplarını beklediğimizi ifade ettik. Fakat bu aziz insanı, ilk ve son defa gördüğümüzün farkında değildik. Gerçek ismini bile bilmediğimiz bu dostumuz vasıtasıyla Risale-i Nurun asrımıza hükmeden eşsiz hakikatlerinin kıymetini bir defa daha anlamıştık. Daha sonra onu soruşturduğumuzda, kendisini aynı adla bilen birçok insana rastladık.

alıntı...........
__________________
Hatırlar mısın? Doğduğun zaman, sen ağlardın gülerdi alem. Öyle bir yaşam sür ki, mevtin sana hande olsun. Halka matem...
Ölüm, sevgiliyi sevgiliye kavuşduran bir köprüdür
Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Hizli Erisim

Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Kendini arayan adam(asrın mektubu) CUMHUR Kitap ve Dergi Bölümü 0 08-01-2008 20:40
Kendini arayan adam(büyük patlama) CUMHUR Kitap ve Dergi Bölümü 0 08-01-2008 20:29
Kendini arayan adam(demek bu kitap) CUMHUR Kitap ve Dergi Bölümü 0 08-01-2008 20:27
Kendini arayan adam(o adam) CUMHUR Kitap ve Dergi Bölümü 0 08-01-2008 20:21
Kendini arayan adam(ihtiyar muhtarın acıları) CUMHUR Kitap ve Dergi Bölümü 0 08-01-2008 20:17


WEZ Format +3. Şuan Saat: 06:16 - Tarih: 04-30-2024..


Powered by vBulletin 3.7.3
Copyright © 2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Copyright © İBADETREHBERİ Forum, All Rights Reserved
Web Tasarım: @Türker
Her Şey ALLAH(c.c) Rızası İçin.