Ya ALLAH

Anasayfa Kimler Online Bugünki Mesajlar Forumları Okundu Kabul Et
Geri git   İBADET REHBERİ FORUM > --=EDEBİYAT ve KÜLTÜR=-- > Makaleler

Makaleler Fikirler,Düşünceler..Tezler..

Cevapla
 
Seçenekler
  #1  
Alt 01-28-2018, 15:59
SaRey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
SaRey SaRey isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
 
Üyelik tarihi: Jan 2018
Mesajlar: 690
Standart Heybemde Sorumluluk Var

Heybemde Sorumluluk Var, Yüküm Ağırdır Benim

“İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su”
Necip Fazıl Kısa Kürek “Sakarya Türküsü” adlı şiirinde, böyle başlıyordu bir insanın serencamını anlatmaya. Üstad insanla ırmak arasında bağlamı böyle sağlıyordu. Oysa insan sadece etten, kemikten ve bu ikisi arasında bir tutkal görevi gören kandan ibaret değildir. İnsan beden ve ruh ikileminden müteşekkil bir varlıktır. Onun asıl ayırıcı vasfı ilahi bir lütuf olan akılla müdrik olmasıdır. Hak ile batılı, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini birbirinden ayırması ve amellerini güzelliklerle tezyin etmesi.

Tasavvufta ‘insan-ı kâmil’ olgusu vardır. İnsanın tam ve mükemmeliyete ulaşması.
Kuran’ın deyimiyle ‘Ahsen-i takvim’ olması yani yaratılışının aslına rücu etmesi. İşte insanın aslına rücu eden bu yollar, insanlardan geçiyor. Buna göre her insan diğer insanın bir parçası, insanın ‘Ahsen-i takvim’e giden yoldaki katmanlarından biridir. Müdrik insan ise her insan diğer insan da kendi hallerinden birini görür. Ya da kendinde ondan bir şeyler görür. Dolayısıyla bütün insanlar bir bütünün parçaları misali birbirini tamamlayan parçalardırlar. Her insan bir başkasına bu gözle bakmalıdır. Ben de ondan hangi parçalar var ya da ondan ben de hangi parçalar var ki, bu parçaları bir araya getireyim ki eksik olan bir yanımı daha tamamlama fırsatı yakalayayım. Bunun içinde insanı dolayısıyla onu anlatan tanıtan eserlerini iyi bir gözlemci gözüyle bakmam lazım diye düşünmelidir. Kendisi dışındaki insanların yaptıkları işler, yazdığı kitaplar, portreler, çizdiği resimler vs. hep bu yolda atılacak adımlar olarak görülmelidir. İnsan gelişen ve değişen, değişemeye müsait olan varlıktır denir hep. İşte bu değişim çevresinde olagelen sürece ve insanlara bu gözlerle baktığından vuku bulacaktır. Okuduğu kitaplara, yürüdüğü yollara, yapılan işlere, yaşanan hayatlara bu gözle bakabilenler kendilerini zenginleştirdikleri gibi ‘Ahsen-i takvim’ olma yolunda da emin adımlarla ilerleyenlerdir. Bunun için yaşını başını almış bizim henüz farkına varamadığımız şeylerin farkına varmış tecrübe sahibi aksakallı ihtiyar zadelerin sakallarının dibinde oturmak, o dev kayaların sert yamaçlarından damıttıkları ab-ı hayat suyundan süzmek önemlidir.

Şems-i Tebriz’inin Hz. Mevlana için söylediği bir söz vardır: “Ey dünyanın sarrafı beni tanı!” Bu bağlamda bu sözü kendi bulunduğumuz köşeden değerlendirecek olursak, insan hem mutasarrıf, araştıran, bilen, gören, akıl eden, hem de tanınmaya ve üzerinde durulmaya en çok değer olan varlıktır.
Ünlü Alman yazar Goethe: “İnsan kendini yalnızca insanda tanır” der. Zira insan insanın aynasıdır.
Hatta bir adım daha ilerisi insan âleminin, âlemlerin aynasıdır. O âlemlerin kendisinde vücut bulduğu küçük bir dünya, nutfedir. Bunun için başlangıç noktası taşıdığı bu farklılığının gizemini sorgulamaktan başlamalıdır. Bulduğumuz her yanıt yeni ve bambaşka bir dünya.
Kendi kendine yetebileceğini, başkalarına gereksinim duymayacağını dillendirenler yaşam serüveninde çuvallayanlardır. Bu nakıs düşünce insanı mutsuz sona doğru kürek çektiren çıkmaz yoldur. İnsan kendisinde olmayan, eksik olan güzellikleri ya da kendisinin kusurlu taraflarını ancak başkalarında gördüğü zaman bunun farkına varabilir. Her insan bir başkasının nazarında ayna vazifesi görülebilir. Tecrübelerin oluşumu böyle değil midir?
Her gördüğünden bir şeyler kapma ya da öteleme. Her varlıkta güzelliklerin, çirkinliklerin farkına varılarak kâmil insan olma yolunda ilerleme yolunda ayna vazifesinin olduğu farkındalık. İnsanı inanılır kılan, neler hayal kırıklığına uğratırken neler insanı dürüst kılar, hangi şeyler insanları hayal kırıklığına uğratıyor, hangi şeyler insanların kırk yıl hatırı sayılır yapıyor, hayatı ve yaşamı neşveli kılan unsurlar nelerdir, kederleri, üzgünlükleri, tasaları, elemleri saklayan ve mutlulukları sağaltan unsurlar nelerdir? Bütün bunlar ancak insanı kâinatın merkezi olan her şeyin kendisi için bina edildiği o şerefli mahlûkatı ve onun tohumlarını tanımakla gerçekleşecek şeylerdir.

Onun hakkındaki en özlü deyimlerden birisi de Hz. Ali’ye aittir:
“ve tez’umu enneke cirmun sağirun, ve fike’ntave’l alemu’l- ekber.
(Sen küçük bir cisim olduğunu sanırsın ama, en büyük âlem senin içinde gizlidir)”. Sanma ki o et ve kemikten müteşekkil. Kelimeler onda şekillenir en güzel duygular, düşünceler, uçan fikirler, kalbe dolan hisler, fırtınaya dönen feryatların hemen hepsi onda şekle bürünür. Sahip olduğu diğerlerle o bütün bunların hepsine bir mazruf olur.
Onda bulunan dil kuru bir et tomarı değildir. Onda harfler sese dönüşür, seslerse dudaklardan inci tanesi gibi dökülen kelimelere dönüşür ve varlıklar âlemine zuhur eder. Bu bazen bir yergi olur, bazen övgü, bazen sövgü, merhamet, acı, ıstırap, ya da bütün bunlara bir merhem olan sevgi olur. Onda kulak denen bir olgu vardır ki adeta bir paratonerdir. Kâinatta ses olan ne varsa büyük bir iştahla çekip alır ve çekim alanına girenleri haberdar eder. İnsanı tanımanın bir sanat olduğu âlemde, varlıkları anlamayı görev addedenlerin yaşamında insanı anlaşılır kılan, görmek istediklerimiz, tercih ettiklerimiz, vazgeçmemiz gerekenler ya da vazgeçilmez olan unsurlar nelerdir öyleyse?
Pişmanlıkların, yanılgıların ve buna benzer nedenselliklerin farkına varılmasıdır belki de en önemlisi. Bir denge noktası vardır onda. Zoru kolaya çeviren, meşakkati sabırla yoğuran, yokluğu kanaatle bastıran bir yön. Parçaları bir araya getirdiğinde, sırt sırta verince ve muhabbet sarmaşık gibi sadığında kalpleri anlayacaktır insan ‘her zorlukla birlikte bir kolay’ olduğunu. Anlayacaktır ‘Allah kimseye gücünün yetmeyeceği yükü yüklemeyeceği…’ gerçeğini.

İnsan bir öz, özde saklı bir cevher ise kâinattaki bütün oluşumlar bu özü sarıp sarmalayan sarmaşıklardır. Tıpkı ağacın gövdesinde saklı özü sarıp sarmalayan kabuklar gibi. Dolayısıyla cevhere giden yol kabuktan geçmektedir. Tanıma ve insanı inceleme, onun görüneninin ötesindeki derinliğine inebilmek için irfani geleneğe, ilmi birikime sahip olmak gerektir. İlahi emrin ilk emri olan ’Oku!’ emri de bunun anlaşılmasına yöneliktir. Dolayısıyla bu kaygıyı her vicdan sahibinin taşıması gereklidir. En fazla taşması gerekenlerin başında bir neslin tohumlarının kendisine emanet edildiği özel de anneler, babalar, öğretmenler vs. genelde ise Rabbin yeryüzündeki halifesi tüm insanlardır. Her sabah, her akşam ayaklarımıza dolanan, kucaklarımızı dolduran, bağrımıza yaslanan, okullarda dizi dizi önlerimizde dizelenen, küçücük elleri, yumuş yumuş, kemter gözleri, dağınık, toza, dumana boyanmış saçları, çamura belenmiş elbiseleriyle duran körpe dimağların her birinin bir cevher, değerli bir taş, derya içresi inciler olduğu unutulmamalıdır. İnsan bu anlamda bu derya içre hazinenin avcısı ve ayaklarının dibinde, ellerinin içine tutuşturulan bu varlıklardaki incilerin, elmasların, altınların, cevherlerin ve daha nice keşfedilmemiş güzelliklerin birbirinden kıymetli hazinelerin mahzenlerinden gün yüzüne çıkarılmasının kendi elinde olduğunun bilincinde olmalıdır sanırım.

İnsanlığın özlenen yere gelmesi aldatanların, çalanların, çırpanların, nesebi bozukların, zalimlerin, menfaatçilerin, müfterilerin, müsriflerin, bezirgânların, düzenbazların, işgüzarların, ezaperestlerin, ziyankârların, değil elindeki gücü kudreti adaletin kılıcı olarak görenlerin, sabiriynlerin, tevazuun, hoşgörünün, yaratılanı Yaratandan dolayı seven, benimseyen, kanaat ehlinin, alanın değil verenin kabul gördüğü, kuvveti zayıf ve güçsüzü ezmek, sömürmek için değil koruyup kollamak için hakkın hizmetine veren erler yetiştirmenin ancak bu keşfedilmemiş hazinenin keşfedilmesiyle gün yüzüne çıkarılabilecektir. Bunun için insana ve insanın tomurcuklarına bu nazarla bakılmalıdır. Öyleyse, öyle bir nesil yetişmeli ki kini, garezi, öfkeyi, kıskançlığı, zilleti, ümitsizliği değil, affediciliği, sevmeyi, ümidi tercih edenler olmayı damaklarına sürülen bir parmak balın izini ararcasına aramalarına vesile olunmalıdır. Bıkkınlığı, yılgınlığı, ezikliği, korkuyu, nefreti, ataleti, kararsızlığı, bezginliği, zorlaştırmayı, yorgunluğu değil, şecaati, cesareti, azmi, kararlılığı, müjdeyi, kolaylaştırmayı, birleştirmeyi tercih eden nesiller yetiştirmenin bu değerleri değer bilen her bir varlığı keşfedilmeyi bekleyen gizli bir hazine olarak gören insanların elinde olduğu sanırım hatırdan asla çıkarılmaması gereken mevzulardandır.

İnsanın alabildiğine ucuzladığı modern dünyada hatta neredeyse gelişen teknoloji ile git gide bir araç, bir meta olan insanın bu nakisadan kurtulması da ancak bu gözle bakılmakla mümkün olacaktır. Kıymet biçilemeyecek kadar pahalı olan bu varlıkların ayakaltlarından kaldırılması ve tekrar o bulunduğu yüksek makama yani eşrefi mahlûkat düzeyine çıkarılması da ancak bu gözlükler yoluyla olacaktır. Esfeli safiliyyinden alayı ıllıyyin’e çıkma istidadı vardır onlarda. Asıl olan ait olduğu bu yere, kovulduğu mekâna yeniden dönmesidir. Burada Kafka’nın bir sözünü yinelemek istiyorum: ‘insanın asıl olarak iki büyük günahı vardır, diğerleri bunlardan kaynaklanır: tembellik ve sabırsızlık. İnsan sabırsızlık yüzünden cennetten atıldı, geri dönemeyişi de tembellikten’. Bu geri dönüş süreci ancak onun omuzlarına yüklenen ilahi sorumluluk bilincinin farkına varılmasıyla mümkündür. Evet, onda her iki istidat da vardır ve tercih kendisine aittir. Akif’in sözüyle: “muhakkak bir vücudum!” dersin ey insan, fakat bilsen…/senin mahiyetin hatta meleklerden de ulvidir:/ avalim sende pinhandır, cihanlar sende matvidir” fakat engin fiiliyatlarla bezenmiş olan insanın melekler ve üstü derecesine çıkması da daha aşağı derekeler düşmesi de onun kendi ellerindedir.
Akif’in diliyle: “nasıl olmak gerektir şimdi ef’alin ki, hem payen/behaim olmasın, kadrin melaikten muazzezken.”

İnsanlığın top yekûn bu kutsiyete ulaşması ancak, bugün eline tutuşturulan meşaleyi ismini cismini duymadığı nice kıtalar ötesi ülkelere, memleketlere, diyarlara götüren, üstelik yayan yapıldak, meteliksiz cepleri, pörsümüş urbalarıyla yaktığı ışığı yeni gönüllere ulaştırmayı hedefleyen insanların bilinciyle mümkün olacaktır. Gönül demlerinde tekrar tekrar demledikleri ve damaklarında doyumsuz bir tat olarak bulundurdukları ilim, irfan, sevgi, şefkat, merhamet, hak ve adalet balını yeni damaklarla tanıştırmak hevesine ve arzusunda olanlarca olacaktır.
İnsan her daim iç derinliğine doğru yol alan uçsuz bucaksız bir âlemde uzun bir yolculukta hissetmelidir kendisini. Geleneğini, irfani geleneğini, zengin kültür birikimini bilen, araştıran, gün yüzüne çıkarılmasının çilekeşi, buna sahip çıkan ve en önemlisi bu geleneği iliklerine kadar yaşayan, hayatının her alanında hissettiren olmalıdır. Sonrasında ise bu güzelliklerin nesilden nesile aktarılabilmesi, var olabilmesi için nakledeni olmalıdır. Zira varlıkların varoluş sebebini ve bu varoluşun arkasında sebepler dairesinin müsebbibini de akleden, bilenin, yine kâmil insanlar yani farkındalıklı insanların elinde olacağını unutmamalıdır.

İnsan hilkat sebebini ve yaratılış gerçeğini, varlıklar âlemini bilen insanlar aynı zamanda büyük bir manevi sorumluluk urbasını sırtına giyenlerdir. Bu sorumluluk işte gerçeği kendisinin dışındaki varlıklara taşıma, güzellikler bina etme gayretidir.
Yunus’un deyişiyle;
Hakikat aşktır ayan görsün ol şebih beyan
Hakikat donunun giyen ağır hil’at içinde


İşte bu hakikat giysisi, gerçeğin omuzlarına yüklenilmiş sorumluluk urbasıdır. Âlemlerin mutlak Yaratıcısının, dağlara taşlara teklif ettiği; ama sadece etten ve ruhtan müteşekkil insanın kabul ettiği sorumluluk.
İnsan… Sözün ve yazının muhatabı. Hayat bir bütünse insan o bütünün merkezi, kâinatın çekirdeğidir. Yazılanlar, çizilenler, yansıyanlar, görünenler, mısralar, beyitler, deyişler, onu anlamaya ve anlatmaya yönelik düşünülmüş notlar, cüzler ve parçacıklardır. Dağların, taşların, kuşların, ağaçların, börtü-böceğin varlıkları onlara endeksli ve de onlar için. Gelin güzel olan bu varlığı dair yazıyı, biz de yine güzel bir sözle bağlayalım. Şairler sultanıyla başladığımız sözü yine onun insana dair dizeleriyle noktalayalım:
İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal
Hamallık ki sonunda ne rütbe var ne de mal


İmdat Akkoyun
Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Hizli Erisim


WEZ Format +3. Şuan Saat: 14:54 - Tarih: 04-18-2024..


Powered by vBulletin 3.7.3
Copyright © 2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Copyright © İBADETREHBERİ Forum, All Rights Reserved
Web Tasarım: @Türker
Her Şey ALLAH(c.c) Rızası İçin.