Ya ALLAH

Anasayfa Kimler Online Bugünki Mesajlar Forumları Okundu Kabul Et
Geri git   İBADET REHBERİ FORUM > --=Genel Dini Bölüm=-- > Ahiret ve Kıyamet

Ahiret ve Kıyamet Ahiret ve Kıyamet Hakkındaki Tüm Konular..

Cevapla
 
Seçenekler
  #1  
Alt 01-14-2018, 21:59
SaRey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
SaRey SaRey isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
 
Üyelik tarihi: Jan 2018
Mesajlar: 690
Standart Ahiretin Varlığının Delilleri

Merhamet Delili

Hiç mümkün müdür ki, şu göz önündeki icraatının şehadetiyle, nihayetsiz bir merhametin ve nihayetsiz bir şefkatin sahibi olan şu âlemin Rabbi, kendi merhametine ve şefkatine layık bir tarzda mükâfatta bulunmasın ve has kullarına ihsan etmesin? Burada yok hükmündedir, demek başka yerde bir mükâfat yeri vardır ve olmalıdır. Ta ki o rahmet orada hakkıyla tecelli edebilsin.
Bu delili iki başlıkta inceleyeceğiz. Birinci başlıkta, gözümüz önündeki şu âlemde küçük bir gezinti yaparak âlemde hükmeden merhameti ve şefkati görecek ve bu merhamet ve şefkatten de “Rahim” olan zatın varlığını ispat edeceğiz. İkinci başlıkta ise bu merhamet ve şefkatin ahireti gerektirmesine işaret edeceğiz.

1. BASAMAK: ŞU ÂLEMDE GÖZÜKEN MERHAMETİN SAHİBİ KİMDİR?
Rahim: Yarattıklarına merhamet eden, acıyan ve şefkat gösteren manasındadır. Allah Rahim’dir. Rahmetiyle bütün âlemleri kuşatmıştır.
• Merhametiyle şu âlemi yoktan icat etmiş,
• Her bir varlığa kendine mahsus bir elbise giydirmiş,
• Her birini farklı şekillerde terbiye etmiş,
• Vazifelerini öğretmiş,
• Hayatını devam ettirebilmesi için lazım olan cihazlarla teçhiz etmiş,
• Maddi ve manevi bütün ihtiyaçlarını şefkatle karşılamıştır.
Şimdi o rahmet denizinden birkaç damlayı hep beraber görelim!
Büyük bir ateş görseniz, bir hortumdan çıkan su ile söndürülüyor. Lakin hortumu tutan eli görmeseniz, ateşi söndürmek fiilini hortumun kendisine verebilir misiniz? Elbette, hayır! Çünkü ateşi söndürmek için failinde hayat, ilim, kudret gibi sıfatların bulunması gerekir. Hayatı olmayan, ateşi bilmeyen, hortumu tutamayan ateşi söndüremez. Hepsinden önemlisi, söndürmek merhametin neticesidir; rahmeti olmayan bu fiile fail olamaz. Ve bütün insanlar bir araya gelse o ateşi bu hortumun kendisinin söndürdüğüne bizi inandıramaz.
Acaba yeryüzünün ateşini söndürmek, yaşamak ateşinin hararetini dindirmek için, hortum hükmündeki bulutlardan suyu damla damla kim indiriyor?
Elbette, cansız, şuursuz bulutlar bu merhameti ve şefkati hissettiren fiile fail olamaz. O hâlde bulut hortumunu tutan el kim? Kur’an bu sorumuza cevap versin:
“İnsanlar ümitlerini kestikten sonra yağmuru indiren ve rahmetini her tarafa yayan O’dur. Övülmeye layık olan gerçek dost O’dur.” (Şura: 28)
İşte yağan her bir damla Rahim isminin bir tecellisidir. Ve rahmetin başka tecellileri!
Zehirli bir böceğin karnında şifalı ve en tatlı bir balı bizim için pişirmek ve o böceğin eliyle bize ikram etmek, elbette o böceğin işi olamaz. Demek balı yapan böcek değil, Allah’ın rahmetidir.
Ve bahar mevsiminde cennet hurileri tarzında bütün ağaçlara en güzel elbiseleri giydirip çiçek ve meyvelerle süslendirip onların elleri hükmünde olan kuru dallarıyla lezzetleri farklı, renkleri farklı, kokuları farklı, şekilleri farklı meyvelerle bizi beslemek, elbette rahmetin bir tecellisidir. Yoksa o kuru ağaçlar bizi tanımaz ve bize merhamet etmez.
Ve elsiz bir böceğin eliyle ipek gibi yumuşak bir elbiseyi bize giydirmek rahmetin neticesidir. Yoksa o elsiz böcek yemyeşil dut yaprağını yiyip bembeyaz bir ipeği bizim için çıkartamaz.
Ya inek, deve, koyun ve keçi gibi hayvanlara ne demeli! Onlara yemyeşil otu yedirip kan ve fışkıları arasından bembeyaz, besleyici bir sütü çıkarmak ve o hayvanı bir süt fabrikası yapmak, elbette rahmetin işidir.
Ve o koca Güneş’i Dünyamıza soba ve lamba yapmak, Ay’ı kandil ve takvim yapıp yıldızlarla semanın yüzünü süslendirmek, elbette rahmetin bir tecellisidir.
Şimdi rahmetin insandaki cüzi bir tecellisine bakalım:
Acaba gözümüz olmasaydı ne yapardık? Kapkaranlık bir âlem…
Ya kulaklarımız olmasaydı? Sessiz bir âlem…
Ya dilimiz olmasa ve ona tat alma duygusu verilmeseydi? Konuşmanın ve lezzetin olmadığı bir âlem…
Ya burnumuz olmasaydı? Kokunun olmadığı bir âlem…
Elbette, böyle bir âlemde yaşamak ne kadar zor olurdu. Acaba el, ayak, parmak gibi maddi; akıl, korku, şefkat ve muhabbet gibi manevi hediyeler olmasaydı ne yapardık? Demek her bir azanın takılışında rahmetin bir tecellisi görünüyor.
İnsanları böyle maddi ve manevi aza ve duygularla süsleyen Allah hayvanlara da bu âlemden istifade edebilmeleri için lazım olan cihazları takmıştır. Kuşa kanat takıp uçmayı, balığa yüzgeç verip yüzmeyi öğretmiş ve her canlıya rahmetiyle muamele edip hayatının devamı için gerekli olan vücudu ve azaları vermiş. İşte Allah’ın rahmeti her şeyi böyle kuşatmıştır.
Sözün özü: Şu dünyanın gidişatına dikkatle bakılsa görülür ki, en âciz, en zayıftan tut; ta en kuvvetliye kadar her canlıya muhtaç olduğu rızkı veriliyor. Hatta en zayıf ve en âcize en iyi rızık veriliyor. Hiç biri unutulmuyor ve karıştırılmıyor. Her dertliye ummadığı yerden bir derman yetiştiriliyor. Öyle ulvi bir keremle ziyafetler ve ikramlar olunuyor ki, nihayetsiz bir rahmet eli, içinde işlediği bedaheten gözüküyor.
Şu kâinatta gözüken rahmet ve şefkat ile ilgili onlarca cilt kitap yazılabilir. Bizler, “Arife tarif yeter!” sırrınca meseleyi daha fazla uzatmayarak rahmetin diğer tecellilerini sizlerin tefekkür âlemine havale ediyor ve ikinci basamağa, “Rahmet ve şefkatin ahireti gerektirmesine” geçiyoruz.

2. BASAMAK: RAHİM İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ
Sorumuz şu: Nihayetsiz bir merhamet ve hadsiz bir şefkat neyi ister ve neyi gerektirir?
Cevap: Nihayetsiz bir merhamet ve şefkat, kendine layık bir tarzda ihsan etmek ve merhamet etmek ister. Hâlbuki bu fâni dünyaya ve bu kısa ömre, bu rahmet ve şefkatin, denizden bir damla gibi, milyonlar cüzünden ancak bir cüzü yerleşir ve tecelli eder.
Demek bu Dünya, o hadsiz merhamete mahal olabilecek bir yer değildir. İşte bu da ispat eder ki, o merhamete layık ve o şefkate şayeste bir saadet diyarı olmalıdır ve vardır.
Bunu inkâr edebilmek için, gündüzü ışığıyla dolduran güneşin vücudunu inkâr etmek gibi, göz ile görünen bu rahmetin vücudunu inkâr etmek lazım gelir. Çünkü eğer ahiret gelmezse şu göz önündeki rahmet ve şefkatin hiç bir manası kalmaz. Manası kalmadığı gibi zıddına inkılâp eder.
Mesela, akıl rahmetin bir hediyesidir. Ama eğer ahiret gelmeyecek olursa akıl hediye değil, insanın başına bir bela olur. Geçmişin hüzünlerini ve geleceğin korkularını hazır zamanda toplar ve sahibini âdeta bir yılan gibi sokar.
Yine insanın kalbindeki merhamet ve şefkat duygusu bir hediyedir. Ancak eğer ahiret gelmez ve ölüm son olursa bu duygu da hediye olmaktan çıkar ve insanın başına bir bela olur. Her vakit sevdiklerini kaybeden ve onları hiçliğe gömen bir insanı, şefkat duygusunun nasıl yakacağını izah etmeye gerek var mıdır?
Bunlar gibi bütün nimetler, eğer ahiret gelmezse azaba ve alaya döner.
Demek, bu dünyada gözüken rahmet ve şefkatin, zıddına inkılâp etmemesi için ahiretin gelmesi gerekmektedir. Elbette bu rahmetin sahibi olan Zat-ı Zülcemal, rahmetini ve şefkatini zıtlarına inkılâp ettirmeyecek ve bir çiçeği yaratmak kadar kendisine kolay gelen cenneti yaratacaktır.
Ayrıca şimdi hayal edin!:
Bir biçare yüksekçe bir dağdan yuvarlanmış ve tam uçuruma düşe*cek iken dağın ortasındaki bir ağaca tutunmuş.
Şimdi, biz ona bir ip uzatsak ve onu yukarıya doğru çeksek ve tam kurtulacak iken birden ipi bırakarak onu uçuruma düş*meye mahkûm etsek, acaba ona o ana kadar yaptığımız şef*katli muamelenin bir önemi kalır mı? O şefkat, istihza ve alaya dönmez mi? Hem, onu kurtarmaya bizi teşvik eden şefkat hissi, hiç ipi bırakmamıza müsaade eder mi? Elbette ki hayır!
İşte bu misal gibi, bizler de Allah-u Teâlâ’nın kudret ipine tutunarak yokluktan varlığa çıktık ve yokluk âlemlerine düşmekten kurtulduk. Evet, Allah-u Teâlâ bize bu vücudu verdi ve bizi bu âleme çıkardı. Bu âlemde de türlü türlü ihsanına bizleri mazhar etti. Eğer ahiret gelmez ve biz ölüm ile yokluğa gidersek bu, mi*saldeki ipin tekrar bırakılması hükmünde olmaz mı?
Elbette ki o ilahi merhamet bizleri, tekrar ipin bırakıl*ması manasına gelen yokluk karanlıklarına göndermeyecektir. Zira yokluğa mahkûm edecek olsaydı, bizi yokluktan kurtara*rak bu dünyaya getirmez ve burada böyle şefkatle mua*mele etmezdi.
İşte ahiret gelmezse şefkat alaya döner. İdama mahkûm et*tiğimiz bir insanın hücresine her türlü yiyeceklerle dolu bir masa göndersek, bu ona iyilik ve ikram olur muydu? Elbette ki olmazdı!
Eğer ahiret gelmezse o mahkûmdan ne farkımız olur? Ve Allah-u Teâlâ şefkat ve merhametini inkâr ettirecek bu olaya hiç müsaade eder mi? Hâşâ ve kella!
Yine şu misalin dürbünüyle merhametin ahireti gerektirmesine bakalım:
Denizde boğulmakta olan birisini görsek, herhâlde biraz merhametimiz varsa ve yüzmeyi de biliyorsak hemen denize atla*rız ve onu kurtarırız.
Şimdi sorumuz şu: Acaba bu kişiyi binler zahmet ile kurtardıktan sonra onu darağacında asar mıyız? Ya da ateşe atıp yakar mıyız?
Elbette hayır! Zira mer*hametimiz buna müsaade etmez. Eğer etseydi, zaten onu denizden kurtarmaz ve oracıkta ölüme terk ederdik.
İşte onu denizden kur*tarmamız, bizdeki merhameti; bizde ki merhamet de onu asla darağacında asmayacağımızı ve ateşe atmayacağımızı ispat eder.
Aynen bunu gibi, Cenab-ı Hak da bizi yokluk denizinden kurtararak bu âleme getirdi. Ve bu âlemde bizi şefkatiyle bir çocuk gibi besledi. Acaba hiç mümkün müdür ki, bu rahmetin sahibi olan Allah-u Teâlâ insanı diriltmemek üzere öldürsün ve ona rahmetini inkâr ettirsin? Hâşâ ve kella!
Zira eğer diriltmemek üzere bizleri öldüre*cek kadar merhametsiz olsaydı, zaten bizi yokluktan varlığa çı*karmaz ve bizi böyle nazeninane bir bebek gibi beslemezdi.

Şimdi bu delili maddeler halinde toplayalım:
1. Bu âlemde nihayetsiz bir rahmet ve şefkat gözükmektedir. Bu rahmet ve şefkat, sinekten seyyarata kadar her şeyi ve her yeri kuşatmıştır.
2. Fiiller failsiz olamayacağına göre, bu rahmet ve şefkatin de bir sahibi olmalıdır. Elbette kör kuvvet, şuursuz tabiat, mevhum kanunlar ve hayatsız sebepler bu merhamete ve şefkate fail olamazlar. Bu fiillerin faili ancak ve ancak Rahim ve Kerim olan Cenab-ı Hak olabilir.
3. Madem Cenab-ı Hakk’ın nihayetsiz bir merhameti vardır, o hâlde ahiret de olmalıdır. Zira nihayetsiz merhamet, kendine layık bir tarzda ihsan etmek ve merhamet etmek ister. Hâlbuki bu fâni dünyaya bu merhamet sığmamakta ve bu rahmet bu âlemde hakkıyla tecelli edememektedir. Demek bu sonsuz rahmetin hakkıyla gözükebileceği baki diyarlar ve baki meskenler lazımdır. Bu baki diyarlar da ancak ahirette ve cennettedir.
4. Ahireti inkâr edebilmek için, ilk önce Rahim olan Allah-u Teâlâ’yı inkâr edebilmek gerekir. Allah’ı ve Allah’ın Rahim ismini inkâr edemeyen, ahireti de inkâr edemez. Zira ispat ettiğimiz gibi, rahmet ve şefkat ahiretin varlığını lüzumlu kılmaktadır.
5. Allah-u Teâlâ’yı inkâr edemeyen ahireti inkâr edemeyeceği gibi, gözümüz önündeki şu âlemde gözüken rahmet ve şefkati inkâr edemeyen de Allah’ı inkâr edemez. Zira isim müsemmasız ve sıfat mevsufsuz olamaz. Göz önündeki bu rahmet ve şefkat sıfatları, Rahim ve Kerim olan bir zatın varlığını ispat etmektedir. Şuursuz tabiat, kör kuvvet ve serseri tesadüf bu sıfatlara sahip olamayacağına göre, bu sıfatların sahibi Allah-u Teâlâ’dır ve başkası olamaz.
6. Madem ahireti inkâr etmek, Allah’ı inkâr etmekle mümkün ve madem Allah’ı inkâr etmek de göz önündeki şu merhameti ve şefkati inkâr etmekle mümkün ki, bu da inkâr edilemez. O hâlde diyebiliriz ki ahireti inkâr edebilmek için, göz önündeki şu merhameti inkâr edebilmek gerekir. Aklı başında olan hiç kimse ise bunu yapamaz.
7. Eğer ahiret gelmezse göz önündeki şu merhamet ve şefkat, zıtlarına, yani merhametsizliğe ve acımasızlığa inkılâp eder ve bütün bu rahmet ve şefkat istihza ve alaya döner. Bu bahsin misallerini daha önce verdiğimizden sözü uzatmıyor ve sadece şu noktaya dikkat çekerek bu delili tamamlıyoruz:

Böyle nihayetsiz bir rahmetin ve keremin sahibi olan bir zat, elbette rahmetini merhametsizliğe ve şefkatini acımasızlığa inkılâp ettirmeyecek ve bütün bu tecellilerini alaya ve istihzaya çevirmeyecektir. Bunun da tek yolu ahireti getirmektir. Zaten ileride ispat edileceği gibi, ahireti getirmek ve cenneti yaratmak, O’nun kudretine bir çiçeği yaratmak kadar kolaydır.

Alıntı
Alıntı ile Cevapla
  #2  
Alt 01-14-2018, 22:00
SaRey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
SaRey SaRey isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
 
Üyelik tarihi: Jan 2018
Mesajlar: 690
Standart

İzzet Delili

Hiç mümkün müdür ki, şu âlemin izzet ve celal sahibi olan mutasarrıfı, izzetinin hukukunu çiğneyen ve celalinin haşmetine karşı hürmetsizlik eden edepsizleri tedip etmesin, izzet ve celaline yakışır bir tarzda onları cezalandırmasın? O ceza ve tedip, bu dünyada yok hükmündedir; demek başka yerde bir dar-ı ceza vardır ve olmalıdır.
Bu delilde, Allah’ın “Aziz” ve “Celil” isimlerinden ahirete bir kapı açacağız. İlk önce şu âlemdeki izzet ve celali görelim ve o izzet ve celalden “Aziz” ve “Celil” olan zata ulaşalım. Daha sonra da izzet ve celalin ahireti iktizasına geçelim.

1. BASAMAK: KÂİNATTA GÖZÜKEN İZZET VE CELALİN SAHİBİ KİMDİR?
Allah’ın bir ismi olan Aziz: Allah-u Teâlâ’nın izzet sahibi ve yüceler yücesi olması, Allah’ın mağlup olmayan galip olması ve yarattıklarının O’nun emrine itaat ederek karşı gelememesi manasındadır.
Evet, Allah Aziz’dir. Zira şu kâinata bakıyoruz ve görüyoruz ki: -İmtihan sırrından dolayı- İnsan ve bazı canavarlardan başka,
· Güneş, Ay ve yeryüzünden tutun, ta en küçük mahlukata kadar her şey kemal-i dikkatle vazifesinde çalışıyor.
· Hiç bir mahluk zerre miktar haddinden tecavüz etmiyor.
· Koca güneşler ve yıldızlar intizamı bozamıyor.
· Hiç biri vazifelerinden geri kalamıyor ve O’na itaatsizlik yapamıyor.
· Her şey bir itaat tahtında hareket ediyor.
İşte her şeyin azim bir heybet tahtında umumi bir itaatte bulunması ispat eder ki, büyük bir celal ve izzet sahibinin emriyle hareket ediyorlar ve O’na itaat ediyorlar.
Aziz ve Celil isimlerinin tecellisini fazla uzatmaya gerek görmüyoruz. Kim bu isimleri derinden derine tefekkür etmek isterse o yüksek dağlara, engin denizlere, denizlerdeki fırtınalara, uçsuz bucaksız çöllere, aylara, güneşlere, yıldızlara kulak versin! İşitecektir ki hepsi bir ağızdan “Ya Aziz, Ya Aziz, Ya Aziz” diyerek O’nu tesbih ediyorlar. Zira şu âlemde kendisine büyüklük verilen her bir mahluk, Allah’ın Aziz isminin bir aynasıdır.
Ya da Aziz ve Celil isimlerinin başka bir tecellisini görmek isterse helak olmuş asi kavimlerin kalıntılarına baksın, ya da bakamıyorsa Kur’an’ın lisanıyla dinlesin! Zira helak olan bütün bu kavimlerde de Allah’ın Aziz ismi gözükür.

2. BASAMAK: AZİZ VE CELİL İSİMLERİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ
Başta demiştik: Hiç mümkün müdür ki, şu âlemin izzet ve celal sahibi olan mutasarrıfı, izzetinin hukukunu çiğneyen ve celalinin haşmetine karşı hürmetsizlik eden edepsizleri edeplendirmesin, izzet ve celaline yakışır bir tarzda onları cezalandırmasın? Hayır, asla olamaz! Zira nihayetsiz celal ve izzet, edepsizlerin tedibini ister.
Hâlbuki şu dünyada o izzet ve celale yakışır bir ceza yoktur. Çünkü ekseriya zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp bu dünyadan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor, tehir ediliyor; yoksa bakılmıyor değil.
Hem bazen dünyada dahi ceza verir. Geçmiş asırlardaki asi ve inatçı kavimlere gelen azaplar gibi… İşte bu cezalar gösterir ve ispat eder ki, insan başıboş değildir; bir celal ve gayret sillesine her vakit maruzdur.
Acaba hiç mümkün müdür ki, insanın umum mevcudat içinde ehemmiyetli bir vazifesi ve ehemmiyetli bir kabiliyeti olsun ve daha sonra:
· Cenab-ı Hakk’ın bu kadar muntazam eserleriyle kendini tanıttırmasına mukabil, insan iman ile O’nu tanımasın,
· Hem rahmetinin bu kadar süslü meyveleriyle kendini sevdirmesine mukabil, insan ibadetle kendini O’na sevdirmesin,
· Hem bu kadar türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini insana göstermesine mukabil, insan şükür ve hamd ile O’na hürmet etmesin ve bu cinayetler cezasız kalsın, insan başıboş bırakılsın, o izzet ve celal sahibi olan Zat-ı Zülcelal bir ceza yeri hazırlamasın? Hâşâ ve kella!

Bu delili şöyle özetleyebiliriz:
1. Kâinatta gözüken umumi itaat ve asi kavimlere gelen semavi tokatlar, perde arkasındaki bir zatı “Aziz” ve “Celil” isimleriyle bizlere tanıttırır.
2. İzzet ve celal, edepsizleri edeplendirmek ve asilere ceza vermek ister. İzzetin ve celalin haşmeti ancak bu şekilde muhafaza edilebilir.
3. Şu dünyada ise her ne kadar bazen zalimlere ve asilere tokatlar gelse de birçok zaman zalim insanlar ve asi kavimler ceza görmeden bu âlemden göçüp gidiyorlar. İşte bu hâl ispat eder ki, başka yerde bir mahkeme-i kübra ve bir ceza yeri olmalıdır. Olmalıdır ki, izzet ve celal haşmetini muhafaza edebilsin.
4. Demek ahireti inkâr etmek, Cenab-ı Hakk’ın “Aziz” ve “Celil” isimlerini inkâr etmek ile mümkündür.
5. “Aziz” ve “Celil” isimlerini inkâr etmek ise gözümüz ile gördüğümüz şu âlemdeki umumi itaati ve asi kavimlere gelen cezaları inkâr etmek ile mümkündür. Zira umumi itaat ve asi kavimlere gelen cezalar inkâr edilemezse “Fiiller failsiz olamaz.” kaidesince, bu itaatin hâkimi ve bu semavi tokatların sahibi olacak zatın varlığı kabul edilecektir. O zatın varlığı kabul edildikten sonra da izzetinin ve celalinin hakkı için ahireti getirmesi gerektiği tasdik edilecektir.

Yani sözün özü: Göz önündeki şu izzeti inkâr edemeyen, ahireti inkâr edemez. Gözüyle gördüğünü inkâr edecek kadar akıldan uzak olana ise zaten diyecek bir sözümüz yoktur!

Alıntı
Alıntı ile Cevapla
  #3  
Alt 01-14-2018, 22:01
SaRey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
SaRey SaRey isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
 
Üyelik tarihi: Jan 2018
Mesajlar: 690
Standart

Hikmet Delili

Hiç mümkün müdür ki, şu âlemde zerrelerden Güneşlere kadar bütün eşyada nihayetsiz bir hikmetle iş gören Zat-ı Zülcelâl, ahireti getirmemekle ve kendisine iltica eden müminlere iltifat etmemekle nihayetsiz hikmetini inkâr ettirsin ve o hadsiz hikmetleri hiçe indirsin? Hâşâ ve kella!
Bu delili yine iki başlıkta inceleyeceğiz:

1. BASAMAK: KÂİNATTA GÖZÜKEN HİKMETİN SAHİBİ KİMDİR?
Hikmet: Her işte menfaatlere riayet edilmesi, abes bir işin yapılmaması, her eşyaya birçok vazifeler yaptırılması gibi manalara gelir. Hikmetin zıttı, israf ve abesiyettir.
Şu kâinatın hiçbir yerinde israf ve abesiyet olmayıp her yerde nihayet derecede bir hikmet hükümfermadır. Şimdi kâinattaki hikmeti bir parça tefekkür ederek bu hikmetin faili olan zata bir pencere açalım:
Şu âleme dikkatle bakılsa görülür ki şu âlemde tasarruf eden zat, nihayetsiz bir hikmetle iş görüyor. Ona delil mi istersin?
Her şeyde menfaat ve faydalara riayet edilmesidir. Görmüyor musun ki, insandaki bütün aza, kemikler ve damarlarda, hatta bedenin hücrelerinde, her yerinde, her cüz’ünde faydalar ve hikmetler gözetilmiştir. Hatta bazı azası, bir ağacın ne kadar meyveleri varsa, o derece o uzva hikmetler ve faydalar takılmıştır. İşte bu hâl ispat eder ki, nihayetsiz bir hikmet eliyle iş görülüyor.
Hem her şeyin sanatında nihayet derecede bir intizamın bulunması yine ispat eder ki, nihayetsiz bir hikmetle iş görülüyor. Evet, güzel bir çiçeğin ince programını küçücük tohumunda dercetmek; büyük bir ağacın amel sahifelerini, tarihçe-i hayatını ve cihazlarının fihristini küçücük bir çekirdekte manevi kader kalemiyle yazmak, elbette nihayetsiz bir hikmet ile iş görüldüğünü ispat eder.
Hem her şeyin yaratılışında gayet derecede güzel bir sanatın bulunması, nihayet derecede hikmetli bir sanatkârın nakşı olduğunu gösterir. Evet, şu küçücük insan bedeni içinde bütün kâinatın fihristini, bütün rahmet hazinelerinin anahtarlarını, bütün güzel isimlerinin âyinelerini dercetmek, elbette nihayet derecede bir hüsn-ü sanat içinde bir hikmeti gösterir.
Şu âlemdeki hikmeti ispat etmeye çalışmak, herhâlde gereksiz bir iştir. Zira her fen kendi lisanıyla bu hikmetten bahseder ve her fennin konusu da bu hikmetin kendisidir. Bu sebeple bizler kâinattaki hikmeti anlatmak için sözü uzatmaya gerek duymuyor ve şu sorunun cevabına geçiyoruz:
Bu hikmetin sahibi olan Hakîm zat kimdir? Kim eşyaya böyle menfaatler takmış? Kim şu âlemin hiçbir yerinde hiçbir abesiyete müsaade etmiyor? İnsanın azalarından tutun, semanın yıldızlarına kadar her şeyde maslahat ve faydaları kim gözetmiş? Kim şu âlemde israf etmeyen Hakîm? Ve kim eşyayı böyle nakış nakış hikmetle donatan?
Bu sorulara verilebilecek tek cevap “Allah” değil midir?
Bırakın kâinattaki hikmeti tesadüflerle izah etmeyi, acaba bir sineğin vücudundaki hikmet bile tesadüf ile hiç izah edilebilir mi?
Evet, şu âlemde yaratılan her varlıkta kendine mahsus bir gaye, bir maksat, bir fayda ve bir netice takip edilmektedir. Hiçbir varlıkta bir abes, bir gayesizlik, bir manasızlık ve israf sayılabilecek herhangi bir şey gözükmemektedir. Elbette akılsız ve şuursuz sebeplerin, bu gayeleri ve maksatları kendi başlarına takip edebilmeleri ve eşyayı bu şekilde hikmetle yaratmaları mümkün değildir. O hâlde bu durum ispat eder ki, perde arkasında hikmet sahibi bir zat vardır ve bu eşyayı hikmetle icat eden de O’dur.

2. BASAMAK: HAKÎM İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ
Farz edelim ki, büyük bir şeker fabrikanız var. Siz tarladan topladığınız şeker pancarlarını fabrikaya getirerek bir sürü işlemden geçiriyor ve nihayet şeker imal ediyorsunuz. Daha sonra da bu şekerleri yine binbir zahmetle kamyonlara yüklüyorsunuz. Acaba bu kadar zahmetten ve hikmetli faaliyetten sonra bu şekerleri denize döker miydiniz?
Elbette ki hayır! Zira eğer denize dökecek olsaydınız, ilk önce fabrikayı kurmaz, daha sonra sırasıyla şeker pancarlarını tarladan toplamaz, bir sürü işleme tabi tutmaz ve kamyona yüklemezdiniz. Demek sizin mezkûr fiilleriniz, şekeri denize dökmeyeceğinizin ispatıdır.
Aynen bunun gibi, Cenab-ı Hak da şu dünya fabrikasını bu kadar masraflar ile kurdu. Her bir taşında binlerce hikmeti yarattı. Eğer ahiret gelmez ve bu fabrikanın semereleri ahiret pazarına çıkmazsa nihayetsiz bir israf yapılmış olur.
Bir sinek kanadını bile onlarca hikmet ile donatan Allah-u Teâlâ, hiç mümkün müdür ki, ahireti getirmemekle böyle bir israfa ve hikmetsizliğe müsaade etsin? Hâşâ! Zira eğer edecek olsaydı, bu âlemi bu kadar hikmetle yaratmaz ve bu derece ehemmiyet vermezdi. Demek ahiretin gelmeyeceğini iddia etmek, göz önündeki hikmeti inkâr etmek gibidir. Zira ahireti getirmemek tam bir hikmetsizliktir ve şu âlemin hikmetsizliğe ve israfa inkılâbına müsaade etmektir. Göz önündeki şu hikmetin şehadetiyle nihayetsiz bir hikmetin sahibi olan Zat-ı Zülcelâl ise, böyle bir hikmetsizlikten münezzehtir ve müberradır.

Acaba hiç mümkün müdür ki, Allah-u Teâlâ bir ağaca taktığı neticeler ve meyveler miktarınca, her bir hayat sahibine o derece hikmetleri ve maslahatları takmakla kendisinin hikmet sahibi olduğunu ispat edip göstersin ve sonra, bütün hikmetlerin en büyüğü ve bütün maslahatların en mühimi ve bütün neticelerin en lüzumlusu ve hikmeti hikmet, nimeti nimet, rahmeti rahmet eden ve bütün hikmetlerin, nimetlerin, rahmetlerin ve maslahatların menbaı ve gayesi olan bekayı ve ebedî saadeti vermeyip terk ederek bütün işlerini abesiyet derecesine düşürsün? Ve kendini o zata benzetsin ki, öyle bir saray yapar ki her bir taşında binlerce nakışlar, her bir tarafında binler ziynetler ve her bir odasında binler kıymettar alet ve levazımat bulundursun da sonra o saraya dam yapmasın, her şey çürüsün, beyhude bozulsun? Hâşâ ve kellâ!
İşte ahiret gelmezse, bu dünyanın damı yok demektir ve içinde yapılan bunca hikmetli tasarrufun ve faaliyetin hiç bir kıymeti yoktur.
Acaba hiç akıl kabul eder mi ki Allah-u Teâlâ, insanın başına ve içindeki duygularına, saçları adedince vazifeler ve hikmetler yükletsin de ona sadece, bir saç hükmünde olan bir ücret-i dünyeviye versin ve hikmetine bütün bütün zıt olarak manasız bir iş yapsın?
Evet, cömertten ihsan ve güzelden ancak güzellik geldiği gibi, hikmet sahibinden de sadece hikmetli iş gelir. Hikmet sahibi olan bir zat abes bir iş yapmaz. Allah-u Teâlâ ise nihayetsiz bir hikmetin sahibidir. Eğer ahireti getirmeyecek olursa, bütün işlerini abesiyete inkılâp ettirmiş olur. Bu ise Allah hakkında düşünülemez.
Ahiretin gelmemesi; âdeta küçük bir taşa bir büyük dağ kadar hikmetler ve gayeler takmak, bir büyük dağa ise bir küçük taş gibi muvakkat ve cüz’i bir gaye vermeye benzer ki, bunu hiçbir akıl ve hikmet kabul etmez.
İsterseniz hikmet deliline bir de duygularımız cihetiyle bakalım:
İnsandaki zahirî ve batınî duyguların her biri bu dünyadan daha kıymetlidir. İnsan ne işitmesini, ne görmesini, ne aklını, ne hafızasını, ne sevgisini, ne de herhangi bir hissini dünya saltanatı ile hatta cennet ile bile değişmez.
Mesela, bize şöyle denseydi: “Aklını bize ver, sana cenneti vereceğiz.” ya da “Bana hafıza kuvvetini ver, cennete gir.”
Acaba aklımızı ve hafızamızı cen*nete mukabil satar mıydık? Elbette hayır! Zira akıl ve hafıza olmazsa cennetten istifade mümkün olmaz. O hâlde diyebiliriz ki, bizdeki cihazlar cennetten daha kıymetli ve pahalıdır.

İşte bu durum da ispat eder ki: İnsanın cihazatı yalnız bu dünyanın cüz’i meselelerine sarf edilmek için yaratılmamıştır. Böyle nihayetsiz hikmetler ile donatılmış bu cihazlar, sadece bu kısacık hayat için verilmiş olamaz. Böyle bir masraf, kısacık bir ömür için değildir. Bu pahalı cihazların kısacık bir hayat için olduğunu iddia etmek, şu âlemdeki hikmeti ve bu hikmetin sahibi olan zatı inkâr etmek ile mümkündür.
Bu durumda da hikmet ile yaratılmış her bir mahlûk, parmağını o kişinin gözüne sokar ve ona der ki:
“Bu âlemin nihayet derecede hikmet sahibi sanatkârı, sadece kısacık bir hayat için bu kadar masraf yaparak israf etmez. Bak, sen küfrünle ne büyük bir cinayet işliyorsun ve inkârının lisan-ı hâliyle diyorsun ki ‘Şu âlemde her şey boştur ve abestir.’ Bak, o zatın hikmetine nasıl ilişiyorsun ve nasıl o zatı israf ile itham ediyorsun. O zat senin ithamından münezzehtir ve mukaddestir. Bizlerdeki hikmetin şehadetiyle Hakîm’dir ve bu hikmetinin hürmetine ahireti yaratacaktır.”
Yine hikmet deliline duyguların şu penceresinden bakabiliriz:
Farzımuhal, Karadeniz’den daha büyük bir balık görseniz… Hemen anlarsınız ki bu balık bu deni*zin balığı değil, o denizden çok daha büyük başka bir denize aittir.
Aynen bunun gibi, şu insanın istidatları da bu dünyaya sığmamakta ve bu dünya denizi insanı tatmin edememektedir. O hâlde bu insan balığı başka bir denize namzettir ki, o da ahirettir.
Hem insandaki akıl, hafıza, dil, kulak gibi terazilerle, bun*ların tarttıkları şeyleri mukayese edersek; terazilerin, tartılan şeylerden daha kıymetli olduğunu görürüz. Demek bu tera*ziler yalnız bu fâni dünyayı kazanmak için verilmemiştir. Bunun tersini iddia etmek, ancak göz önündeki şu hikmeti inkâr etmekle mümkündür. Bunu da hiçbir akıl sahibi yapamaz.
Hikmetin ahireti gerektirmesinin bir başka yönü de şudur:
Rububiyetinde ve idaresinde nihayet derece hâkim olan bir hikmet, elbette o Rububiyetin kanadına iltica eden ve iman ile itaat edenlerin taltifini ister. Zira hikmet-i hükümet, kendisine iltica edenleri muhafaza etmek ve onlara ikram etmek ister. Hükümetin hikmeti ancak bu şekilde muhafaza olunabilir.
Hâlbuki bu dünyada o taltif ve iltifatın değil binde biri, milyonda biri bile gözükmemektedir. Demek, başka bir âlem vardır ve bu ikram ve iltifat o âleme bırakılmıştır. Bunu inkâr etmek, göz önündeki şu hâkim hikmeti inkâr etmek gibi mümkün değildir.

Dilerseniz hikmet delilini maddeleyerek bir daha tefekkür edelim:
1. Şu âlemde yaratılan her varlıkta kendine mahsus bir gaye, bir maksat, bir fayda ve bir netice takip edilmektedir. Hiç bir varlıkta bir abes, bir gayesizlik, bir manasızlık ve israf sayılabilecek herhangi bir şey gözükmemektedir. Yani kâinatta nihayet derecede bir hikmet vardır ve her bir fen bu hikmetin şahididir.
2. Elbette akılsız ve şuursuz sebeplerin, bu gayeleri ve maksatları kendi başlarına takip edebilmeleri ve eşyayı bu şekilde hikmetle yaratmaları mümkün değildir. İşte bu durum ispat eder ki, perde arkasında hikmet sahibi bir zat vardır ve bu eşyayı hikmetle icat eden de O’dur.
3. Hikmetin hikmet olabilmesi ve israfa ve abesiyete dönmemesi, ancak ahiretin gelmesi ile mümkündür. Eğer ahiret gelmeyecek olursa, bütün bu hikmet israfa ve abesiyete döner. Bu bahsin misallerini daha önce verdik, daha iyi anlaşılması için bir misal ile tekit edeceğiz: Her bir yaprağı elli bin lira olan bir ağaç yapsanız, bu ağacı koyunların yemesine müsaade eder miydiniz? Elbette ki etmezdiniz! Zira edecek olsaydınız, bu ağaca bu kadar ehemmiyet verip uğraşmazdınız. Sizin bu ağacı yapmanız, hikmetinizi ve sanata olan düşkünlüğünüzü ispat etmektedir. Koyunlara yedirmek ise hikmetsizlik ve sanatsızlıktır. Elbette ki sizdeki hikmet ve sanata düşkünlük sıfatı, hikmetsiz bir işe müsaade etmeyecektir. Aynen bunun gibi, şu insan da her bir yaprağı elli bin lira kıymetinde bir ağaç hükmündedir. Hatta yukarıda ispat ettiğimiz gibi, bu insanın yaprağı olan aza ve cihazları değil elli bin, cennetten daha kıymetlidir. Elbette hikmeti sonsuz olan Cenab-ı Hak, bu insan ağacının kurtlara yem olmasına ve bir daha kalkmamak üzere kabre yatmasına ve çürümesine müsaade etmeyecektir.
4. Rububiyetinde ve idaresinde nihayet derece hâkim olan bir hikmet, elbette o Rububiyetin kanadına iltica eden ve iman ile itaat edenlere iltifat etmek ister. Zira hikmet-i hükümet, kendisine iltica edenleri muhafaza etmek ve onlara ikram etmeği gerektirir. Hükümetin hikmeti ancak bu şekilde muhafaza olunabilir. Hâlbuki bu dünyada bu iltifat ve ikram yoktur, demek başka bir âleme bırakılmıştır.
5. Demek ahireti inkâr etmek, Cenab-ı Hakk’ın “Hakîm” ismini inkâr etmek ile mümkündür. Hakîm ismini inkâr etmek de şu kâinatta gözüken ve her yeri kuşatan hikmeti inkâr etmek ile mümkün olabilir. Bu da akıl sahipleri için mümkün değildir. Daha önce dediğimiz gibi, aklını çıkarıp atanlar da zaten bizim muhatabımız değildir.

Sözün özü: Ahiretin geleceği, göz önündeki şu hikmet kadar bedihidir ve açıktır. Zira hikmeti hikmet yapacak ve israfa dönmesini önleyecek tek şey, ahiretin gelmesidir.

Alıntı
Alıntı ile Cevapla
  #4  
Alt 01-14-2018, 22:02
SaRey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
SaRey SaRey isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
 
Üyelik tarihi: Jan 2018
Mesajlar: 690
Standart

Adalet Delili

Hiç mümkün müdür ki, her işinde nihayet derecede adalet ile iş gören bir Âdil-i Hakîm, mahlukatının hukukunu muhafaza etmeyerek, mazlumun hakkını zalimden almasın ve adaletini hiçe indirsin? Bu adalet burada yok hükmündedir, demek başka yerde bir mahkeme-i kübra ve adalet diyarı vardır ve olmalıdır.
Bu delili yine iki başlıkta inceleyeceğiz:

1. BASAMAK: KÂİNATTA GÖZÜKEN ADALET VE BU ADALETİN SAHİBİ KİMDİR?
Adalet: Her hak sahibine hakkını vermek ve her şeyi hikmet ve maslahata uygun olarak yerli yerine koymak demektir. Adalet, zulmün zıddıdır.
Adaletin bu manasıyla Cenab-ı Hak nihayet derecede adildir. Dilerseniz şimdi bu sözümüzün hakkaniyetini ispat edelim:
Adalet, her hak sahibine hakkını vermek demekti. Şimdi şu âleme bakıyor ve görüyoruz ki, bütün mahlukatın erzak ve teçhizatı lâyık-i veçhiyle veriliyor. Hiçbir mahluk unutulmuyor ve karıştırılmıyor. Bir sineğe kartal kanadı takılmadığı gibi, bir kartala da sinek kanadı takılmıyor. Her varlığın hangi cihazlara ihtiyacı varsa, o cihazlar ile donatılıyor. Bizlerin basit ve hakir gördüğü mahlukların bile hukuku bu cihette muhafaza ediliyor. Bir sineğin ya da bir böceğin vücudunu incelediğinizde sözümüzü tasdik edeceksiniz.
İşte her şeye hassas mizanlarla ve mahsus ölçülerle vücut vermek, suret giydirmek, her şeyi yerli yerine koymak, en münasip cihazlarla teçhiz etmek ve her hak sahibine istidadı nispetinde hakkını vermek, nihayetsiz bir adalet ile iş görüldüğünü ispat eder.
İşte sineğe 5.000 petekli bir gözün verilmesi bu adaletin neticesidir; balığa yüzgeç, kuşa kanat takılması bu adaletin neticesidir; file hortum, deveye hörgüç verilmesi bu adaletin neticesidir. Sözün özü, her mahluka hayatının devamı için cihazlar verilmesi bu adaletin bir neticesidir.

Şimdi soruyoruz:
· Bir sineğin dahi hakk-ı hayatını muhafaza ederek, hayatının devamı için onu aza ve cihazlarla teçhiz eden kim?
· Kim bütün mahlukları hikmetli cihazlar ile donatarak hakk-ı hayatlarını koruyor?
· Kim o cihazları en uygun yerlere yerleştiriyor?
· Kim onlara hikmetli vücutları ve maslahatlı suretleri veriyor?
· Kim şu âlemdeki dengeyi muhafaza ediyor?
· Sözün özü: Göz önündeki şu adaletin sahibi olan Adil zat kim?

Elbette Allah’tır ve bu O’nun adaletinin bir tecellisidir.
Şimdi de adaletin başka bir vechine bakalım:
Adaletin bir ciheti de mazlumların intikamını zalimlerden almaktır. Adaletin bu manasıyla da tarih sayfaları zalimlerin feci akıbetleriyle doludur. Firavunlar, Nemrutlar, Karunlar gibi nice zalimlere Adil ismi ile semavi tokatlar vurulmuş ve mazlumların hakları onlardan alınmıştır.
Ancak ikinci başlıkta da izah edileceği gibi, bu dünya adaletin bu tecellisine hakkıyla mahal olamamakta ve adaletin bu tecellisi başka bir âleme bırakılmaktadır. Zaten Adil ismiyle ahirete kapı açarken, adaletin bu cihetinin hakkıyla bu dünyada gözükememesi delil yapılacaktır.
Ancak şu kadar deriz ki: Halk arasında zalimler için sıklıkla kullanılan “Etti, buldu!” sözü, zalimlerin her vakit semavi tokatlara maruz ve muhatap olduklarına delildir. Zalimlere gelen bir tokat dahi perde arkasındaki bir Adil-i Mutlak olduğunu ispat eder. Böyle binler tokat ise O zatın varlığını güneş gibi gösterir ve inkâra bir yol bırakmaz.

Adaletin bir diğer vechi de şudur:
Âlemdeki dengeyi muhafaza ederek diğer canlıların haklarını korumaktır. Mesela, sadece ıstakoz bir yılda 7 milyon yumurta yumurtlamaktadır. Bu yumurtaların hepsi ıstakoz olsaydı, denizler ıstakozla dolar ve başka hayvanların yaşaması mümkün olmazdı. İşte bazı engellerle ıstakozun çoğalmasının önüne geçilmiş ve diğer canlıların hakları korunmuştur.
Yine soralım:
· Böyle ince bir dengenin tesadüfen oluşması ve binlerce yıldır tesadüfen devam etmesi mümkün müdür?
· Eğer mümkün değilse, kâinattaki hayret verici bu dengeyi kim kurdu?
· Varlıkların kâinatı istila etme meylini durduran ve onların âlemi istila etmesine mâni olan adalet sahibi zat kimdir?
Elbette Allah’tır! Şu âlemde gözüken kusursuz denge, bu dengeyi kuran Cenab-ı Hakk’ın varlığına ve O’nun adaletine güneş gibi bir delildir.

2. BASAMAK: ÂDL İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ
Acaba hiç mümkün müdür ki, böyle en küçük bir mahlukun, en küçük bir hakkını muhafaza edip onun imdadına koşan bir adalet; insan gibi en büyük bir mahlukun hukukunu muhafaza etmesin ve muhafaza etmemekle adaletini hiçe indirsin? Bu hiç mümkün müdür? Elbette mümkün değildir!
O hâlde madem insanın hukukunu muhafaza edecek ve adaletini hiçe indirmeyecek, elbette bunun için bir mahkeme-i kübrayı kurmalı ve bir adalet diyarını açmalıdır. Zira şu fâni dünyada kısa bir hayat geçiren insan, o büyük adaletin hakikatine mazhar olamaz ve olamıyor. Şu fâni ve geçici dünya, ebed için yaratılan insan hususunda böyle bir adalete mazhariyetten çok uzaktır. Bu dünyada zalim izzetle; mazlum ise zillet ile yaşayıp gidiyor.
Hâlbuki hakiki adalet ister ki, mazlumun hakkı zalimden alınsın ve şu küçücük insan, küçüklüğü nisbetinde değil; belki cinayetinin büyüklüğü, mahiyetinin ehemmiyeti ve vazifesinin azameti nispetinde bir mükâfat ve ceza görsün. Bütün bunlar da ancak ahiretin gelmesi ile mümkündür.
Madem dünya var ve dünya içinde bir rahmet ve adalet var. Elbette, dünyanın vücudu gibi kat’i olarak ahiret de var ve oraya gidiliyor. Ahireti inkâr etmek, dünya ve içindekileri inkâr etmek demektir. Demek, ecel ve kabir insanı beklediği gibi; cennet ve cehennem de insanı bekliyor ve onu gözlüyor.

Şimdi bu delilde öğrendiklerimizi maddeleyelim:
1. Şu âlemde nihayet derecede bir adalet hükmetmektedir. Yaratılan her varlığa hassas mizanlarla ve mahsus ölçülerle vücut vermek, suret giydirmek, her şeyi yerli yerine koymak, en münasip cihazlarla teçhiz etmek, dengeyi muhafaza etmek, her hak sahibine istidadı nispetinde hakkını vermek ve zalimleri semavi tokatlarla tokatlamak nihayetsiz bir adalet ile iş görüldüğünü ispat eder.
2. Fiiller failsiz olamayacağına göre, göz önündeki şu adaletin de “Adil” ismiyle müsemma bir faili olmalıdır. Bu fail de ancak ve ancak Cenab-ı Hak olabilir.
3. Madem Cenab-ı Hak nihayetsiz bir adaletin sahibidir ve her işinde nihayetsiz bir adaletle iş görür, o hâlde elbette bir mahkeme-i kübra ve adalet diyarı olmalıdır. Zira şu fâni dünya, o adaletin hakikatine mazhar olmaktan âcizdir. Zira otuz bin kişiyi öldüren bir zalimden, bu dünyada nasıl hak alınabilir? En fazla onu bir kere öldürebilirsiniz ki, bu da ancak öldürülen bir masumun kısası olabilir. Peki diğer mazlumların hakkı ne olacak? Eğer ahiret gelmezse insanın hukuku muhafaza edilmemiş olur ki, nihayetsiz bir adaletin sahibi olan Allah-u Teâlâ buna asla müsaade etmez.
4. Hem şu dünyanın gidişatına bakılsa görülür ki, zalim izzet ile ve mazlum zillet ile yaşıyor ve her ikisi de aynı şekilde ölüp gidiyor. Eğer ahiret gelmez ve zalimin yaptığı yanına kâr kalırsa bu, mazlumlara nihayetsiz bir zulüm olur. Allah-u Teâlâ ise böyle bir zulümden nihayet derecede münezzeh ve mukaddestir.
5. Demek ahireti inkâr etmek, ancak Cenab-ı Hakk’ın varlığını ve O’nun “Adil” ismini inkâr etmek ile mümkündür. Allah’ı inkâr etmek ise ancak, göz önünde tecelli eden şu adaleti inkâr etmek ile mümkündür. Adaleti inkâr etmek için ise ya kör olmalı ya da aklı baştan atarak bir akılsız olmalı. Zaten onlar da bizim muhatabımız değildirler.
6. Şunu da ilave etmek isteriz ki: Bu dünyada adaletin hakkıyla gözükememesinin sebebi, imtihan sırrıdır. İmtihan sırrından dolayı Allah-u Teâlâ, razı olmamasına rağmen bu zulümlere müsaade etmektedir. Zira müsaade etmezse, imtihanın sırrı bozulur ve bu dünyanın kurulmasının hikmeti kaybolur. Bu insanlarda da hayvanlarda da böyledir. İmtihan sırrından dolayı, birçok zulümlere müsaade edilmekte ve hak sahiplerinin hakları ahirete bırakılmaktadır.
Sözün özü: Bir sineğe dahi vücut vererek, suret vererek, onu nihayetsiz hikmetli cihazlarla donatarak ve onu terbiye ederek nihayetsiz adaletini gösteren Allah-u Teâlâ; elbette ahireti getirmeyerek mazlumların hakkını zalimde bırakmayacaktır. O bundan nihayet derecede münezzeh ve müberradır.

Evet, bir gün gelecek, zalim zulmünün cezasını, mazlum da zilletinin mükâfatını görecek. Hatta boynuzsuz koyun dahi boynuzlu koyundan hakkını alacak. Âmennâ ve saddeknâ, iman ettik ve tasdik ettik!

Alıntı
Alıntı ile Cevapla
  #5  
Alt 01-14-2018, 22:03
SaRey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
SaRey SaRey isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
 
Üyelik tarihi: Jan 2018
Mesajlar: 690
Standart

Cömertlik Delili

Hiç mümkün müdür ki, nihayetsiz bir cömertlik ve ikram, tükenmez servet ve bitmez hazineler; baki bir saadet diyarını ve ebedî bir ziyafet mahallini ve içinde daimî bulunacak muhtaç misafirleri istemesin ve bu fâni dünya ve içindeki fâni misafirlerle yetinsin? Hayır, asla! Zira bu dünya, o cömertliğe ve ikrama hakiki mahal olamamakta, belki o cömertliğin milyon cüzünden ancak bir cüzüne mazhar olabilmektedir.
İşte bu hâl ispat eder ki, bu dünyaya sığmayan o cömertliğin, hakkıyla gözükebileceği baki bir memleket ve o baki memlekette iskân edecek baki misafirler olmalıdır ve vardır.
Bu delili yine iki başlıkta inceleyeceğiz:

1. BASAMAK: KÂİNATTA GÖZÜKEN CÖMERTLİK VE BU CÖMERTLİĞİN SAHİBİ KİMDİR?
Kim şu âleme dikkat ile baksa görür ki, bu âlemde nihayetsiz bir cömertlik eli işliyor. Buna delil mi istersin? O hâlde bak!:
• Dünya yüzünü bu kadar süslü sanat eserleriyle süslendirmek,
• Güneş’i bir lamba ve Ay’ı bir kandil yapmak,
• Yeryüzünü bir sofra-i nimet yaparak yiyeceklerin en güzel çeşitleriyle doldurmak,
• Meyveli ağaçları birer kap yapıp her mevsimde birçok defalar bu kapları tecdit etmek,
• Zehirli bir böceğin eliyle bal gibi tatlı bir taamı yedirip ipek böceğinin eliyle ipek gibi yumuşak bir elbiseyi giydirmek,
• Koyun, keçi, inek gibi hayvanları âdeta bir süt fabrikası yapmak,
• Kemik gibi kuru ağaçları cennet hurileri tarzında süsleyip o incecik dallarına gayet nakışlı ve müzeyyen çiçekler takmak,
• Her bir mahluku yoktan icat edip o mahluka son derece kıymetli aza ve cihazları takmak… Elbette, hadsiz bir cömertliği ve nihayetsiz bir ikramı gösterir.
Bilmiyoruz, acaba şu âlemdeki cömertliği anlatmaya gerek var mıdır? Acaba insan, değil âleme, sadece kendine baksa ve kendisine takılan cihazları, azaları, duyguları ve latifeleri tefekkür etse o cömertliği ve ikramı tasdik etmeyecek midir?

O hâlde şimdi soralım:
• Kimdir bu cömertliğin ve ikramın sahibi?
• Kim dünya yüzünü böyle süslü sanat eserleriyle donatmış?
• Kim Güneş’i bir lamba ve Ay’ı kandil yapmış?
• Kim şu yeryüzünü bir sofra ve baharı bu sofraya bir gül destesi yapmış?
• Kim ağaçları çiçeklerle, meyvelerle ve yapraklarla süslemiş?
• Kim zehirli bir böcekten balı çıkarıyor ve elsiz bir böcek ile ipeği giydiriyor?
• Kim hayvanları bizlere bir süt çeşmesi yapan?
• Kim şu hadsiz mahlukları yoktan icat ederek, her türlü aza ve cihazlarla onları teçhiz eden?

Allah’tan başka bu ‘kim’lere verilebilecek bir cevap var mıdır? Allah’tan başka kim vardır ki, mahlukatına böyle cömertçe muamele etsin ve onların her türlü ihtiyacını görüp onlara ikram etsin? Allah’tan başka kimde vardır böyle tükenmez hazineler ve bitmez servetler?
İşte nasıl ki Güneş’in ışığı, Güneş’in vücudunu ispat ediyor ve Güneş’i gösteriyor. Aynen bunun gibi, şu misilsiz cömertlik ve hadsiz ikram dahi, perde arkasındaki bir zatı “Cevvad” (cömert) ve “Gani” (zengin) isimleriyle bizlere tanıttırıyor ve O’nun vücudunu ispat ediyor.
Şimdi sıra geldi, bu cömertliğin ahireti gerektirmesine…

2. BASAMAK: CÖMERTLİĞİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ
Böyle nihayetsiz bir cömertlik ve ikram, öyle tükenmez hazineler ve rahmet, hem daimî hem arzu edilen her şey içinde bulunan bir ziyafet diyarını ve saadet mahallini ister. Hem kat’i ister ki, o ziyafetten lezzetlenenler, o mahall-i saadette devam etsinler, ebedî kalsınlar. Ta ayrılık ve ölüm ile elem çekmesinler. Çünkü elemin bitmesi lezzet olduğu gibi, lezzetin bitmesi dahi elemdir. Öyle bir cömertlik ise, böyle bir elem çektirmek istemez.
Demek, nihayetsiz bir cömertlik ve bitmez, tükenmez hazineler ebedî bir cenneti ve içinde ebedî muhtaçları ister. Çünkü nihayetsiz cömertlik, nihayetsiz ihsan etmek ve nimetlendirmek ister. Nihayetsiz ihsan ve nimetlendirmek ise bu ihsana mazhar olan şahsın devam-ı vücudunu ister. Yoksa ölüm ile acılaşan cüz’i bir lezzetlenme, hem de kısacık bir zamanda, öyle bir cömertliğin muktezasıyla kabil-i tevfik değildir.
Madem o nihayetsiz cömertlik, nihayetsiz bir ikram ve ikram edeceği zatların bekasını istiyor. Hâlbuki şu misafirhane-i dünyada görüyoruz ki, herkes çabuk gidip kayboluyor. O cömertliğin ve ihsanın ancak az bir parçasını tadıyor, iştihası açılıyor; fakat doymadan gidiyor. O hâlde başka ve baki bir memleket olmalıdır ve o memleketin baki misafirlerine nihayetsiz ikram ve ihsan edilmelidir, ta ki bu cömertlik hakkıyla tezahür edebilsin.

Şimdi bu delilde öğrendiklerimizi maddeleyerek bir daha tefekkür edelim:
1. Şu âlemde nihayetsiz bir cömertlik ve hadsiz bir ikram görünmektedir.
2. Bu nihayetsiz cömertlik ve ikram ispat eder ki, perde arkasında bir zat ve O’nun bitmez ve tükenmez hazineleri vardır.
3. Bitmez ve tükenmez hazineler ve nihayetsiz bir cömertlik, elbette nihayetsiz bir şekilde ikram etmek ister.
4. Nihayetsiz ikram edebilmek için de hem misafirhanenin hem de misafirhanedeki muhtaç misafirlerin devam-ı vücudları gerekir.
5. Dünya ise bahsedilen misafirhane olamaz, zira hem kendisi fânidir hem de içindeki misafirler fânidir.
6. O hâlde başka bir memleket olmalıdır. O baki memlekette baki misafirler olmalı ve şu göz önündeki cömertliğin sahibi olan zat, o baki misafirlerine cömertliğinin şanına yakışır bir şekilde ikram etmelidir.
7. O hâlde diyebiliriz ki ahireti inkâr etmek, Cenab-ı Hakk’ı ve O’nun cömertliğini inkâr etmekle mümkündür. Allah’ı ve cömertliğini inkâr etmek ise göz önündeki şu cömertçe muameleye göz kapamak ve gözün gördüğünü aklın inkâr etmesiyle mümkündür. Bu da akıl sahipleri için mümkün olamaz.

Demek sözün özü: Ahiretin varlığı, göz önündeki şu cömertliğin varlığı kadar kat’idir ve kesindir. Bunu inkâr edemeyen, onu inkâr edemez!

Alıntı
Alıntı ile Cevapla
  #6  
Alt 01-14-2018, 22:04
SaRey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
SaRey SaRey isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
 
Üyelik tarihi: Jan 2018
Mesajlar: 690
Standart

Güzellik ve Kemal Delili

Cemal, güzellik; kemal ise güzel sıfatlar demektir. Cenab-ı Hak cemal sahibidir, Cemil’dir. Yani zatının nihayetsiz bir güzelliği vardır. Hem kemal sahibidir, Zülkemal’dir. Yani ilim, kudret, irade, işitme, görme gibi bütün kemal sıfatlarla muttasıftır, isim ve sıfatları nihayetsizdir.
Acaba hiç mümkün müdür ki, baki bir cemal ve kusursuz ebedî bir kemal; cemalini ve kemalini görmek ve göstermek için baki ayineler ve o ayinelerde tecelli eden cemali ve kemali görecek ebedî seyirciler istemesin? Madem bu fâni dünya, o cemal ve kemali hakkıyla göstermekten âcizdir ve madem bu âlemin seyircileri, o cemal ve kemalin hakiki seyrine doyamadan buradan gidiyorlar. O hâlde baki bir memleket ve o memleketin ebedî seyircileri olmalı, ta ki o baki cemal ve kemal orada hakkıyla tezahür etsinler ve o ebedî seyirciler de o güzelliği ve kemali hakkıyla temaşa etsinler.
Bu delili yine iki başlıkta inceleyeceğiz:

1. BASAMAK: KÂİNATTA GÖZÜKEN CEMALİN VE KEMALİN SAHİBİ KİMDİR?
Kim şu âleme dikkat ile baksa görür ki, bu âlemde nihayetsiz bir güzellik ve kemal mevcuttur. Buna delil mi istersin? O hâlde bak denizlere, dağlara, ağaçlara, çiçeklere, kuşlara, balıklara… Her şeyi teker teker incele, acaba güzellikten ve kemalden başka bir şey bulabilir misin?
Acaba bu güzelliğin ve kemalin sahibi kimdir?
Elbette Cenab-ı Hak’tır. Zira güzellik güzelden gelir, mükemmellik kemalden gelir; ihsan cömertlikten ve servet zenginlikten gelir. Evet, bu âlem bütün güzelliğiyle Cenab-ı Hakk’ın güzelliğine ve bütün kusursuzluğuyla da O’nun sonsuz kemaline işaret eder.
Şimdi, ilahî sanat eserlerinin teşhirgâhı olan şu âleme bak!
Yeryüzündeki bitkilerin ve hayvanatın ellerinde olan Rabbanî ilannamelere dikkat et!
O ilahî cemalin ve kemalin ilancıları olan peygamberlere ve evliyalara kulak ver!
Nasıl hep beraber Cenab- Hakk’ın kusursuz kemalini ve nihayetsiz cemalini harika sanat eserlerinin teşhiriyle gösteriyorlar, beyan ediyorlar ve dikkatli nazarları celbediyorlar.
Hem kâinatın yüzünde serilmiş olan, gayet güzel ve sanatlı, parlak ve süslü olan şu mevcudat ışık güneşi bildirdiği gibi; misilsiz manevi bir cemalin güzelliğini bildirir, emsalsiz gizli bir kemalin letaifine işaret eder, o münezzeh hüsnün ve o mukaddes cemalin her isimde çok gizli definelerinin bulunduğuna delalet eder.
Sözün özü: Bu âlem bütün güzelliği ile Cenab-ı Hakk’ın güzelliğine ve bütün kemalatı ile de O’nun kemaline işaret eder ve O zatın misilsiz ve ebedî cemal ve kemalini ispat eder.

2. BASAMAK: CEMALİN VE KEMALİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ
Demek, bu âlemin sanatkârının pek mühim ve hayret verici bir kemalatı vardır ki, bu harika sanatlarla o kemalatını göstermek ister. Hem misilsiz bir cemali ve güzelliği vardır ki, bütün süslü ve nakışlı mahluklarıyla o misilsiz cemalini seyrettirmek ister.
Elbette, böyle ebedî bir cemal ve kemal; takdir edici, istihsan edici ve “Mâşaallah” diyerek müşahede edicilerin başlarında teşhir ister. Zira “Her kemal ve cemal sahibinin, kendi cemalini ve kemalini görmek ve göstermek istemesi” sabit bir kaidedir.
Eğer kemalat daimî ise, o zaman daimî tezahür etmek ve görünmek ister. Daimî tezahür de, takdir edicilerin ve beğenicilerin vücudlarının devamını ister. Zira bekası olmayan ve ölüme mahkûm olan bir takdir edicinin nazarında, cemalin ve kemalin kıymeti sükût eder.
Şöyle ki, durub-u emsaldendir ki bir dünya güzeli, bir zaman kendine âşık olmuş adi bir adamı huzurundan kovar. O adam kendine teselli vermek için, “Tüh, ne kadar çirkindir!” der, o güzelin güzelliğini inkâr eder. Hem bir vakit bir ayı, gayet tatlı bir üzüm asması altına girer, üzümleri yemek ister, ama koparmaya eli yetişmez, asmaya da çıkamaz. Kendi kendine teselli vermek için, kendi lisanıyla “Ekşidir.” der, güler geçer.
Aynen bu misallerde olduğu gibi, eğer ahiret gelmez ve ölüm insan için bir son olursa Cenab-ı Hakk’ın şu âlemde gözüken cemali ve kemali hiçe iner, bütün kıymetini ve güzelliğini kaybeder. Bu meseleyi âlemin yaratılış sebebini de beyan ederek şöyle izah edelim:
Her cemal ve kemal sahibi, kendi cemalini ve kemalini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, sonsuz güzelliğin ve kemalin sahibi olan Allah da cemalini ve kemalini görmek ve göstermek istedi ve bu âlemi icat etti. Her bir mahluku nakış nakış süsledi, cemalinin ve kemalinin her türlü tecellisini bu âlemde gösterdi ve seyretmek vazifesini ve şerefini insana yükledi.
İşte insanın yaratılış vazifesi budur: O cemali ve kemali seyretmek.
Hâlbuki ahiret gelmez ve ölüm insan için bir son olursa, insan bu dünyadan ayrılmanın acısını hafifletmek ve hiçe indirmek için bu dünyayı tahkir edecek ve şu göz önündeki cemali ve kemali inkâr edecektir. Ancak bu sayede bu dünyadan ayrılığın acısına ve elemine dayanabilir. Hâlbuki bu, insanın yaratılış maksadına zıttır.
Evet, âşık bir seyirci fıtratında yaratılan insan, ahiret gelmediğinde bir düşmana dönmekte ve ayrılığın acısını hafifleştirmek için, seyircilik makamından tahkir makamına düşmektedir. Elbette, bu âlemin hikmet sahibi olan sanatkârı buna müsaade etmeyecek, cemal ve kemalini ona inkâr ettirmeyecektir. Bunun da tek yolu, ahireti getirmektir.

Nihayetsiz cemalin ve kemalin ahireti gerektirmesinin diğer bir sebebi de şudur: Madem her cemal ve kemal sahibi, cemalini ve kemalini görmek ve göstermek ister. O hâlde nihayetsiz cemalin ve kemalin sahibi olan Allah-u Teâlâ da elbette cemal ve kemalini görecek ve gösterecektir. Eğer cemal ve kemal fâni ise, fâni tezahürlere ve tecellilere razı olacaktır. Ancak cemal ve kemal baki ve ebedî ise, o zaman fâni tezahürlere razı olmayacak ve ebedî bir şekilde gözükmek ve tecelli etmek isteyecektir.
Ebedî bir şekilde gözükebilmesi için de iki şey lazımdır:
1- Cemalinin ve kemalinin gözükeceği memleketin ebedî olması. Hâlbuki bu kâinat ebedî değil, fânidir. Bilim adamlarının da ittifakıyla bir gün bu âlemin kıyameti kopacak ve yok olacaktır.
2- Baki bir memleket istediği gibi, baki seyirciler de isteyecektir. Zira seyirci olmazsa, cemal ve kemalin tezahürünün bir manası olmaz. Hâlbuki bu dünyadaki seyirciler de fânidir. Bu kısa ömürde o cemal ve kemali hakkıyla görememekte ve doyamadan gitmektedir. O hâlde bu seyircilerin de baki olması gerekir. Bu da ahireti iktiza eder.

Şimdi bu delilde öğrendiklerimizi maddeleyelim:
1. Bu âlemde gözümüz ile görüyoruz ki, nihayetsiz bir güzellik ve kemal vardır.
2. Güzelliğin güzelden, mükemmelliğin kemalden gelmesi sırrınca, şu göz önündeki güzellik ve kemal de perde arkasında bir Cemil-i Baki ve bir Kâmil-i Sermedi’yi gösterir ve O’nun vücudunu ispat eder.
3. Madem o cemal ve kemal sahibi zat bu âlemi cemal ve kemalini seyrettirmek için yaratmıştır, o hâlde elbette insan için ahireti de yaratmış olmalıdır. Zira insan seyircilik vazifesini ancak ahirete iman ile yapabilir. Ahirete imanı olmayan bir seyirci, dünyadan ayrılmanın elemini hiçe indirmek için, kedinin erişemediği ete murdar demesi gibi, o da göz önündeki şu cemal ve kemali inkâr edecektir. Bu ise insanın yaratılış gayesine zıttır. Elbette Cenab-ı Hak, böyle bir hikmetsizliğe müsaade etmeyecektir. Bunun da tek yolu ahireti getirmektir.
4. Her kemal ve cemal sahibi, kendi cemalini ve kemalini göstermek ister. Eğer cemal ve kemal ebedî ise, ebedî görünmek isteyecektir. Madem Cenab-ı Hakk’ın güzelliği ve kemali ebedîdir ve sermedidir, o hâlde ebedî bir şekilde gözükmek isteyecektir. Ebedi gözükmek için de ebedî ve baki bir memleket lazımdır. Burası da ahirettir.
5. Ebedî bir cemal ve kemal, elbette bu cemal ve kemali seyredecek seyircilerin vücutlarının devamını, yani onların da baki olmalarını ister. Zira ebedî bir cemal, fâni bir seyirciye razı olamaz. Baki seyircilerin lüzumu da ahireti gerektirir.
6. He cemal ve kemal sahibi, kendi güzelliğini ve kemalini göstermek istediği gibi, kendisi de bizzat görmek ister. Bir ressamın resmine bakması, bir âlimin kitabını okuması ve sanatkârın sanatını seyretmesi hep bu sırdandır. O hâlde elbette Allah-u Teâlâ da kendi cemal ve kemalini görmek isteyecektir. Madem cemali ve kemali bakidir, elbette onları baki bir şekilde görmek isteyecektir. Bunun için de baki bir memleket lazımdır. Orası da ancak ahirettir.

Sözün özü: Nasıl ki şu mevcudat, bütün güzelliği ve kemaliyle perde arkasındaki Cenab-ı Hakk’ın cemaline ve kameline işaret ediyor. Aynen öyle de, aynı zamanda ahiretin de varlığına delalet ediyor. Zira hüsün ve cemal, görmek ve görünmek ister. Görmek ve görünmek ise, arzulu seyirci ve âşık beğenicilerin vücudunu ister. Güzellik ve cemal ebedî ve baki olduğundan, seyircilerin devam-ı vücutlarını ister. Çünkü daimî bir cemal, fâni bir müştaka razı olamaz.

Alıntı
Alıntı ile Cevapla
  #7  
Alt 01-14-2018, 22:05
SaRey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
SaRey SaRey isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
 
Üyelik tarihi: Jan 2018
Mesajlar: 690
Standart

Dualara İcabet Delili

Hiç mümkün müdür ki, en küçük bir haceti, en küçük bir mahlukundan görüp kemal-i şefkatle ummadığı yerden ihtiyacını karşılayan; en gizli bir sesi, en gizli bir mahlukundan işitip imdat eden; hâl ve dil lisanlarıyla yapılan dualara icabet eden ve nihayetsiz bir şefkatin ve merhametin sahibi olan bir zat; en büyük bir kulundan, en sevgili bir mahlukundan, en büyük hacetini görüp bilmesin, isteğini yerine getirmesin ve en yüksek duayı işitip kabul etmesin? Hâşâ ve kella!
Bu delili yine iki başlıkta inceleyeceğiz:

1. BASAMAK: DUALARA İCABET EDEN ‘MUCİB’ KİMDİR?
Dua iki kısma ayrılır. Birincisi, bizlerin bildiği, dil ile yapılan duadır ki buna “lisan-ı kâl” denilir. İkincisi ise, hâl lisanı ile yapılan duadır ki buna da “lisan-ı hâl” denilir. Hâl dili ile yapılan dualar da üçe ayrılır:
1- İhtiyaç lisanı ile yapılan dualar: Mesela bir çiftçinin toprağı kazması, ihtiyaç lisanı ile yapılan bir duadır. Çifti o hâli ile ihtiyacını Allah’a arz eder. Yine bir kuşun kanat için, bir balığın yüzgeç için, bir ağacın yaprak ve meyve için yaptığı bütün hâlî dualar, lisan-ı ihtiyaç ile yapılan dualardır.
2- İstidat, yani kabiliyet lisanı ile yapılan dualar: Bir yumurtanın kuş olabilmek için, bir tohumun çiçek olabilmek için ve bir çekirdeğin ağaç olabilmek için yaptığı hâlî dualar, kabiliyet lisanı ile yapılan dualara misaldir.
3- Izdırar, yani zorda kalmanın lisan-ı hâli ile yapılan dualar: Bütün ümitlerin kesildiği, bütün sebeplerin sükût ettiği, bütün umutların kaybolduğu ve son derece sıkıntılı anlarda hâl lisanı ile yapılan dualardır. Bu durumlarda kişi âdeta hâli ile yalvarmakta ve bir çıkış yolu istemektedir.

Demek dua ikiye ayrılıyor: Lisan-ı kâl ve lisan-ı hâl.
Lisan-ı hâl de kendi arasında üçe ayrılıyor: Lisan-ı ihtiyaç, lisan-ı istidat ve lisan-ı ızdırar.
Ancak hemen şunu belirtelim ki, yapılan bütün dualar da hikmet sebebiyle kabul olmuyor. Mesela bir ıstakoz bir yılda 7 milyar yumurta yumurtluyor. Bütün bu yumurtalar lisan-i istidat ile Allah’a dua eder ve ıstakoz olmak isterler. Eğer hepsinin duasına icabet edilse ve hepsi ıstakoz olsaydı, bir senede denizler ıstakoz ile dolacak ve diğer hayat sahiplerinin hakları zayi edilmiş olacaktı. İşte diğer hayat sahiplerinin de haklarının korunması için, yapılan dualar bir hikmet tahtında kabul ediliyor.

Şimdi delilimizi mütalaaya başlayalım:
Her kim şu âleme dikkat ile baksa görür ki, her dua edenin duasına icabet ediliyor ve her ses işitilip cevap veriliyor.
Mesela hayvanatın ve bitkilerin rızıkları mükemmelen veriliyor ve hiçbiri aç bırakılmıyor. Hatta en zayıfların ve yavruların rızıkları daha mükemmel gönderiliyor. İşte bu, onların lisan-ı ihtiyaç ile yaptıkları dualara bir icabettir. Acaba onların bu dualarına şefkat ve merhamet ile icabet eden ve onları böyle nazeninane besleyen kimdir?
Yine bir kuş kanat istiyor, ona kanat takılıyor. Bir sinek beş bin petekli bir göz istiyor, ona göz veriliyor. Bir karınca arkadaşlarıyla konuşup haberleşebileceği bir telefon istiyor, ona anten takılıyor. İnsan göz istiyor, kulak istiyor, dil istiyor ve hadsiz maddi ve manevi cihaz ve duygular istiyor, ne isterse ona veriliyor. İnsan gibi diğer bütün mahluklar da nihayetsiz şeyler istiyor, istedikleri bitamamiha onlara gönderiliyor. İşte bütün bu istemekler, lisan-ı ihtiyaç ile hâlî bir duadır ki, onların dualarına icabet ediliyor. Acaba bu duaları işiten ve icabet eden perde arkasındaki zat kimdir?
Yine bir tohum çiçek olmak istiyor. Bir çekirdek, toprak altında yarılıp büyümek ve kocaman bir ağaç olmak istiyor. Bir damla su, bir insan olmak istiyor. Bir yumurta, rengârenk bir tavus kuşuna inkılâp etmek istiyor… İşte bütün bunlar, lisan-ı istidat ile yapılan hâlî dualardır ki, hepsine bir hikmet tahtında icabet ediliyor. Acaba onların bu dualarını işiten ve rahmetiyle onları terbiye eden zat kimdir?
Yine bazen oluyor ki, bir bitki susuzluktan kurumaya yüz tutuyor, ona bulut orduları gönderiliyor. Bazen oluyor, bir hayvan nihayetsiz ihtiyaç içinde kıvranıyor, ona sebepler üzerinde hususi imdat ediliyor. Bazen oluyor, bütün dünya sanki insanın üzerine geliyor, her şey onu sıkıyor, hiç ummadığı yerden ona yardım yetiştiriliyor. Bezen oluyor, bütün sebepler sükût ediyor, bütün ins ve cin toplansa yardım edemeyecek oluyor, tam o anda ona yardım ediliyor. Bazen oluyor, bütün tabipler ümidini kesiyor, birden ona şifa ihsan yetiştiriliyor.
Sözün özü: Bazen oluyor, bütün sebepler sükût ediyor, bütün yardım elleri kayboluyor, bütün umutlar tükeniyor ve tam o anda bilinmedik bir yerden yardım ediliyor, imdada koşuluyor. İşte bu, lisan-ı ızdırar ile yapılan hâlî dualara cevaptır.
Acaba kim bu duaları işiten ve zorda kalmış o mahlukların imdadına koşan? Kim bu muztarlara yardım elini uzatan? Kim her zorda kalanı bilen ve sesini işiten? Kim onlara rahmet ile imdat eden?
Yine bazen oluyor, insan ellerini açıp dua ediyor. Matlubunu ve maksudunu ilan edip Rabb-i Rahim’inden istiyor. Bütün sebepleri sırtının arkasına atarak sadece ona yöneliyor, onun huzurunda bükülüyor ve istediği matlubu ona o anda ihsan ediliyor.
Evet, kim var ki “Ben istedim, ama bana verilmedi.” diyebilsin. Hayır, yoktur! Zira hikmet tahtında lisan-ı kâl ile yapılan bütün dualara da icabet edilir. İcabet edilmedi zannedilenlerin bir kısmı ya ahirete bırakılır ya da kişinin istediğinden daha iyi bir surette ona verilir.
Mesela o bir erkek çocuk ister, Allah-u Teâlâ ona Hz. Meryem gibi bir kız çocuğu verir. Bu durumda “Duası kabul olmadı.” denilmez, “Duasına daha iyi bir surette icabet edildi.” denilir.
Hem bazen olur, kişi kendisine zarar verecek bir şeyi ister. Mesela zenginlik ister, ama zengin olunca azacağını bilmez. Lakin her şeyin akıbetini en iyi bilen Allah-u Teâlâ kulunun azacağını bilir ve o kuluna merhameten istediği zenginliği ona vermez, bu duasını ahirete bırakır, onu ahiretin zengini eder.
Hem bazen kişi kendi dünyasının saadeti için dua eder, ama duası ahiret için kabul olunur. Ona ahiretin saadeti verilir. Bu durumda “Duası reddedildi.” denilmez, belki “Daha faydalı bir surette kabul edildi.” denilir.
Madem Cenab-ı Hak Hakîm’dir. Biz O’ndan isteriz, O da bize cevap verir. Fakat hikmetine göre bize muamele eder. Hasta, tabibin hikmetini ittiham etmemeli. Hasta bal ister, mütehassıs tabip, sıtması için ona sulfato verir. Bu durumda, “Tabip beni dinlemedi.” denilmez. Belki o tabip, hastanın âh-ü fizârını dinledi, işitti ve cevap verdi, maksudunun en iyisini yerine getirdi.
Buraya kadar yaptığımız izahattan anlaşıldı ki perde arkasında bir zat var, her sesi işitir, her duaya cevap verir, en küçük bir ihtiyacı, en küçük bir mahlukundan işitip ona yardım eder, duasına icabet eder. Bunun delili, lisan-ı kâl ve lisan-ı hâl ile yapılan bütün dualara bir hikmet tahtında icabet edilmesidir.
Şimdi, bu hakikatin ve Mucib isminin ahireti gerektirmesini geçelim.

2. BASAMAK: MUCİB İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ
Demek, bu âlemin sahibi Mucib’tir, yani her duaya cevap verir ve icabet eder; her sesi işitir ve o sesin sahibine imdat eder. Acaba hiç mümkün müdür ki, Allah-u Teâlâ en küçük bir haceti, en küçük bir mahlukundan görüp kemal-i şefkatle ummadığı yerden ihtiyacını karşılasın; en gizli bir sesi en gizli bir mahlukundan işitip ona imdat etsin; hâl ve dil lisanlarıyla yapılan bütün dualara bir hikmet tahtında icabet etsin ve bu muameleleriyle nihayetsiz şefkatini ve merhametini ispat etsin de, sonra en makbul kulları olan insanların dualarına icabet etmesin? Ve bilhassa insanlar içindeki en büyük kul ve en sevgili mahluk olan Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ebedî saadet için yaptığı duaları görüp bilmesin, isteğini yerine getirmesin ve o en yüksek duayı işitip kabul etmesin? Hâşâ ve kella!
Evet, her kim kendi kalbini ve ruhunu dinlese, “ebed, ebed, ebed” sesini ve duasını ondan işitecektir. Nasıl ki, midenin açlık lisanıyla yaptığı dualar, hadsiz yiyeceklerin yaratılmasına bir sebep olmuş ve midenin lisan-ı ihtiyaç ile yaptığı duaya, yeryüzü bir sofra yapılarak icabet edilmiş. Aynen bunun gibi, kalp, ruh, akıl ve diğer bütün latifeler de ebed için dua etmekte ve ebedî saadeti hem ihtiyaç lisanıyla, hem istidat lisanıyla hem de ızdırar lisanıyla istemektedirler.
Acaba hiç mümkün müdür ki, Cenab-ı Hak, en hakir bir mahluk olan bir sineğin, kanat gibi en basit bir ihtiyacı için yaptığı duayı işitsin ve ona kanat takmakla duasına icabet etsin de, bütün insanların lisan-ı kâl ve lisan-ı hâl ile yaptıkları ebedî saadet ve cennet duasını işitmesin, icabet etmesin? Yani sivrisineğin sesini işitsin, ama gökyüzünün sesini işitmesin, bu hiç mümkün müdür?
Elbette değildir, öyleyse icabet edecek ve etmiştir ve o duaların hürmetine, kendisine bir çiçeği yaratmak kadar kolay olan ahireti ve cenneti yaratmıştır.
Bilhassa, ebedî saadet için dua edenler içinde kendi dostları olan peygamberler ve evliyalar vardır. Ve o peygamberler ve evliyaların içinde öyle bir zat vardır ki, o zat şu âlemin yaratılışının bir sebebi ve şu âlemin sahibinin en sevgili ve makbul kuludur. O, Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. Hiç mümkün müdür ki, Cenab-ı Hak, “Habibim!” dediği bu zatın ebed için yaptığı duayı kabul etmesin ve onun duasının hürmetine cenneti yaratmasın?
Eğer ahiretin yaratılması için hesapsız sebepler ve gerekçeler ve ahiretin varlığına hadsiz deliller olmasaydı bile, yalnız şu zatın tek bir duası ahiretin yaratılması için kâfi gelecekti ve ahiretin varlığını ispata yetecekti.
Zira öyle bir zattan istiyor ki, O’nun için cenneti yaratmak, baharımızın icadı kadar ona kolaydır. Evet, bahar mevsimini bir mahşer meydanı yapan ve yüz binlerce mahlukatı hiçten icad ederek, haşrin yüz bin numunelerini bizlere gösteren bir Kadîr-i Mutlak’a, cennetin icadı nasıl ağır olabilir?
Demek, nasıl ki Peygamberimiz’in risaleti şu imtihan meydanının açılmasına sebebiyet verdi; aynen onun gibi, ubudiyeti ve duası dahi, ahiretin açılmasına sebebiyet veriyor.

Şimdi, bu delili şöyle maddeleyerek pekiştirelim:
1. İnsanların, hayvanatın ve bitkilerin, hâl lisanı ve kâl lisanı ile yaptıkları dualara bir hikmet tahtında icabet edilmektedir.
2. Bu icabet, perde arkasındaki bir zatı, dualara icabet eden manasındaki “Mucib” ism-i şerifi ile bizlere tanıttırır.
3. Madem o zat Mucib’tir, her duaya icabet eder ve en adi bir mahlukunun en basit bir isteğini yerine getirir. O hâlde elbette ahiret için yapılan dualara da icabet edecektir.
4. Bilhassa ahiret ve ebedî saadet için dua edenlerin içinde, o zatın en sevgili kulu ve en makbul mahluku olan Hz. Muhammed (s.a.v.) de vardır ve bu zat; bütün peygamberleri ve ümmetini duasında arkasına almış ve o zatlara da “Âmin” dedirtmekte ve duasının kabulü için esma-i ilahiyeyi şefaatçi yapmaktadır. Elbette, bu duanın red olunarak ahiretin yaratılmaması mümkün değildir.

Alıntı
Alıntı ile Cevapla
  #8  
Alt 01-14-2018, 22:06
SaRey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
SaRey SaRey isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
 
Üyelik tarihi: Jan 2018
Mesajlar: 690
Standart

Haşmet ve Celal Delili

Hiç mümkün müdür ki, zerrelerden güneşlere kadar bütün varlıkları itaatkâr bir asker gibi emrine boyun eğdiren ve bütün kâinatı idare ederek haşmetli saltanatını gösteren bir zat, sadece, şu dünya misafirhanesinde kısa bir hayat geçiren fani mahluklar üzerinde dursun; o muhteşem saltanatına ayna olacak ebedî ve baki bir memleketi icad etmesin? Hâşâ ve kella!

Bu delili şöylece izah edebiliriz. Kim şu âleme dikkat ile baksa görür ki, bu âlemde muhteşem bir saltanat ve terbiye hükmediyor. Evet!
Mevsimlerin değişmesi gibi görkemli icraat, yıldızların ve galaksilerin son derece intizamlı ve azametli hareketleri, yeryüzünü, içindeki mahluklara bir beşik; Ay’ı, onlara bir kandil ve Güneş’i onlara bir lamba yapmak gibi akılları hayrete düşüren bir itaat, kışın ölmüş ve kurumuş yeryüzünü baharda diriltmek ve süslendirmek gibi mükemmel icraat…

Ve saymakla bitiremeyeceğimiz kadar haşmetli faaliyetler gösteriyor ki, perde arkasında muazzam bir terbiye ve idare var, muhteşem bir saltanatla hükmediyor. Elbette böyle bir saltanat kendine layık mahluklar ve haşmetine ayna olacak varlıklar ister.
Hâlbuki görüyorsunuz ki, o zatın en kıymetli misafirleri ve en makbul kulları olan insanlar, şu misafirhane-i dünyada, perişan bir surette, kısa bir vakit toplanıyorlar. Misafirhane ise her gün doluyor, boşalıyor, her saat değişiyor. Hem bütün bu insanlar, o zatın kıymetli eserlerini ve harika sanatlarını, izlemek için, şu dünya sergisinde birkaç dakika durup seyrediyorlar, sonra kayboluyorlar. Şu dünya sergisi ise her dakika değişiyor; giden gelmiyor ve gelen gidiyor.
İşte bu hâl ve şu vaziyet kat’i gösterir ki, şu misafirhane ve şu sergilerin arkasında, o ebedî saltanata mazhar olacak daimî saraylar, sabit meskenler ve şu dünyada gördüğümüz numunelerin ve suretlerin en halis ve en yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazineler vardır. Demek, burada çabalamak onlar içindir. Burada çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin kabiliyet ve ameline göre -eğer kaybetmezse- orada bir saadeti vardır.
Evet, böyle haşmetli bir saltanat için imkânsızdır ki, sadece şu fâniler ve ölüme mahkûm mahluklar üstünde dursun ve başka bir memleketi olmasın.
Şimdi bu hakikate şu temsil dürbünüyle bakalım:
Mesela siz yolda gidiyorsunuz. Görüyorsunuz ki yol içinde bir han var. Bir büyük zat, o hanı, kendine gelen misafirleri için yapmış. O misafirlerin bir gece gezinti ve ibretleri için, o hanın süslenmesine milyonlar altınlar sarf ediyor.
Hem o misafirler, o ziynetlerden pek azına, az bir zamanda bakıp o nimetlerden, pek az bir vakitte, az bir şey tadıp doymadan gidiyorlar. Fakat her misafir, kendine mahsus fotoğrafıyla, o handaki şeylerin suretlerini alıyorlar.
Hem o büyük zatın diğer hizmetkârları da misafirlerin amellerine gayet dikkat ediyorlar ve o amelleri gayet dikkatle kaydediyorlar.
Hem görüyorsunuz ki, o zat, her günde, o kıymetli süslemelerin çoğunu tahrip eder; yeni gelecek misafirler için o hanı yeniden süsler, o hana her gün milyonlar altın sarf eder.
Acaba bunu gördükten sonra hiç şüpheniz kalır mı ki, bu yolda bu hanı yapan zatın daimî, pek âli sarayları; hem tükenmez, pek kıymetli hazineleri; hem devamlı, pek büyük bir cömertliği olmasın?
Evet, o zatın bu handa yaptığı ikramlar, kendi katında bulunan nimetlere misafirlerinin iştahlarını açmak ve onlara hazırladığı hediyelere rağbetlerini uyandırmak içindir.
Aynen bu misal gibi, şu dünya misafirhanesindeki vaziyete, sarhoş olmadan dikkat ile baksanız, şu dokuz esası anlarsınız:

Birinci esas: Anlarsınız ki, o han gibi bu dünya dahi kendi için değildir ve kendi kendine bu sureti alması imkansızdır. Belki bu dünya, mahlukat kafilesinin gelip konmak ve göçmek için dolup boşalan, hikmetle yapılmış bir misafirhanesidir.

İkinci esas: Hem anlarsınızki ki, şu hanın içinde oturanlar misafirlerdir. Onların Rabb-i Kerim’i, onları Dârü’s-Selâm’a, selam diyarı olan cennete davet ediyor.

Üçüncü esas: Hem anlarsınız ki, şu dünyadaki süslemeler ve ziynetler, yalnız lezzetlenmek veya gezmek için değildir. Çünkü bir zaman lezzet verse, seni terk etmesiyle birçok zaman elem verir. Sana tattırır, iştahını açar, fakat doyurmaz. Çünkü ya onun ömrü kısa ya senin ömrün kısadır; doymaya kâfi değil. Demek kıymeti yüksek, müddeti kısa olan şu alemin süslenmesi ibret içindir, şükür içindir, cennetteki asıllarına teşvik içindir; başka gayet ulvi maksatlar içindir.

Dördüncü esas: Hem anlarsınız ki, şu dünyanın süslenmesi, Rahman ve Rahim olan Allah-u Teâlâ’nın ehl-i iman için cennette hazırladığı nimetlerin numuneleri ve onların suretleri hükmündedir.

Beşinci esas: Hem anlarsınız ki, şu fâni mahluklar, fena bulup yok olmak, bir parça görünüp mahvolmak için yaratılmamışlar. Belki, varlık aleminde kısa bir zaman toplanıp suretleri alınsın, misalleri tutulsun, manaları bilinsin ve neticeleri zapt edilsin diye yaratılmıştır. Mesela binler neticelerinden bir netice şudur ki, bu âlemdeki fâni manzaralar, cennet ehli için daimî manzaralar olur. Ehl-i cennet, cennette bu âlemin kayıtlarını seyredecek ve dünyadaki hatıralarını hatırlayarak neşeleneceklerdir. Eşyanın beka için yaratıldığı, fena için olmadığı; belki zahiren fenaya gitse de, hakikatte vazifesini tamamlama ve bir terhis olduğu bununla anlaşılır ki: Fâni bir şey, bir cihetle fenaya gider, ölür; fakat çok cihetlerle baki kalır.
Mesela nasıl ki senin ağzından çıkan bir kelime yok olup gider; fakat binler misallerini kulaklara emanet eder, dinleyen akıllar adedince manalarını akıllarda baki eder ve öyle fenaya gider. Aynen bunun gibi, kudret kelimelerinden bir kelime olan bir çiçek de kısa bir zamanda tebessüm edip bize bakar, daha sonra hemen fena perdesinde saklanır; fakat onu gören her şeyin hafızasında zahirî suretini ve her bir tohumunda manevi mahiyetini bırakıp öyle gider. Güya her bir hafıza ve her bir tohum, o çiçeğin muhafazası için birer fotoğraf; devam ve bekası için birer menzildirler. Acaba, en basit bir hayat mertebesinde olan bir çiçek böyle ise, en yüksek hayat tabakasında ve baki bir ruhun sahibi olan insan, ne kadar beka ile alâkadardır, apaçık anlaşılmaz mı?

Altıncı esas: Hem anlarsınız ki, insan, ipi boğazına sarılıp istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır. Belki, bütün amellerinin suretleri alınıp yazılır ve bütün fiillerinin neticeleri bir muhasebe için zaptedilir.

Yedinci esas: Hem anlarsınız ki, sonbahar mevsiminde, yaz ve bahar âleminin güzel mahluklarının ölümü idam değildir; belki, vazifelerinin tamamlanmasıyla bir terhistir ve bir sonraki baharda gelecek olan mahlukata bir yer boşaltmaktır. Hem insana vazifesini unutturan gafletten ve şükrünü unutturan sarhoşluktan ilahî bir ikazdır.

Sekizinci esas: Hem anlarsınız ki, şu fâni âlemin sahibi olan Sultan-ı Ezel ve Ebed’in başka ve baki bir âlemi vardır ki, kullarını oraya sevk ve ona teşvik eder.

Dokuzuncu esas: Hem yine anlarsınız ki, öyle bir Rahman, öyle bir âlemde, öyle has kullarına, öyle ikramlar edecek ki; ne göz görmüş, ne kulak işitmiş ve ne de insanın kalbinden geçmiştir. Âmennâ ve saddeknâ! İnandık ve iman ettik.

Alıntı
Alıntı ile Cevapla
  #9  
Alt 01-14-2018, 22:07
SaRey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
SaRey SaRey isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
 
Üyelik tarihi: Jan 2018
Mesajlar: 690
Standart

Muhafaza Delili

Hiç mümkün müdür ki, gökte, yerde, karada ve denizde; yaş-kuru, küçük-büyük, adi-âli her şeyi kemal-i intizam ve mizan içinde muhafaza edip bir türlü muhasebe içinde neticelerini eleyen bir hafiziyet; insan gibi, büyük bir fıtratta yaratılan, yeryüzünün halifeliği gibi bir rütbede bulunan ve emanet-i kübra gibi büyük bir vazifesi olan beşerin amellerini ve fiillerini muhafaza etmesin, muhasebe eleğinden geçirmesin, adalet terazisinde tartmasın, ona layık bir ceza ve mükâfat vermesin? Hayır, asla!
Bu delili yine iki başlıkta inceleyeceğiz:

1. BASAMAK: HER ŞEYİ MUHAFAZA EDEN “HAFİZ” KİMDİR?
Şu âleme dikkat ile baktığımızda görüyoruz ki, küçük-büyük, kıymetli-kıymetsiz her şeyin amelleri muhafaza edilip hıfzediliyor. Mesela:
Çiçeklerin bütün programları ve tarihçe-i hayatları küçücük tohumlarda saklanıyor, muhafaza ediliyor. O tohum âdeta o çiçeğe bir sandıkça oluyor. Bir sonraki baharda, o tohum yarılıyor ve âdeta o tohumdan çiçeğinin bütün amelleri neşroluyor.
· Acaba çiçeklerin bütün plan ve programlarını, amellerini ve tarihçe-i hayatlarını o küçücük tohumlarda muhafaza eden zat kimdir?
· Kim, böyle en basit bir çiçeğin amellerini dahi muhafaza ediyor ve bir sonraki baharda o amelleri neşrediyor?
· Allah’tan başka kim vardır ki, hadsiz çiçeklerin plan ve programlarını küçücük tohumlarda saklasın ve bahar mevsimi geldiğinde birbirine karıştırmaksızın o tohumlardan o çiçekleri çıkartabilsin? Evet, Allah’tan başka kim vardır?
Bütün ağaçların program ve amelleri ise küçücük çekirdeklerinde muhafaza ediliyor. O küçücük çekirdek, ağacının bütün amellerini ve programını saklıyor. Ne zaman toprağa atılsa, ağacının amel defterini neşrediyor.
· Acaba kim, o koca incir ağacını küçücük çekirdeğinde saklayan ve o çekirdeği o ağaca bir sandıkça yapan?
· Acaba, bütün ağaçların plan ve programlarını küçücük çekirdeklerinde yerleştirerek o ağaçların amel defterlerini çekirdeklerinin ellerine veren kimdir?
· Bu hikmetli fiile, Allah’tan başka bir fail gösterebilir misiniz?
· O küçücük çekirdekleri, ağaçlarına bir amel defteri yapmak, Allah’tan başka kimin eseri olabilir?
Hayvanların program ve tarihçe-i hayatları ise yumurtalarında muhafaza edilmektedir. Âdeta o küçücük yumurtalar, o hayvan için bir amel defteri olmakta ve o hayvanın bütün özellikleri o yumurtada saklanmaktadır.
· Acaba rengârenk bir tavus kuşunu, o basit yumurtasında saklayan ve o yumurtayı kırarak ondan aynı tavus kuşunu çıkaran zat kimdir?
· Kimdir, bütün yumurtaları hayvanlara birer amel defteri yapan ve o hayvanın bütün programını o yumurtalarda saklayan?
· Evet, Allah’tır. Zira O’ndan başka hiçbir şeyin gücü buna yetmez. Çünkü muhafaza etmek; nihayetsiz bir ilmi, hadsiz bir kudreti, sonsuz bir hikmeti, kayıtsız bir iradeyi ve diğer sıfatları gerektirmektedir. Bu sıfatları olmayanın, bir yumurtada bir hayvanın plan ve programını saklaması mümkün değildir. Bu nihayetsiz sıfatlar ise sadece Allah’ta mevcuttur.
İnsanların plan ve programları ise bir damla suda muhafaza edilmektedir. Nutfe denilen o suda, insanın bütün planı ve programı saklanmış ve insanın bütün özellikleri o suda kaydedilmiştir. Yine soruyoruz:
· Her yönüyle bir harika- ı sanat olan insanı, nutfe denilen bir damla suda saklayan zat kimdir?
· Kimdir, bir damla suyu bir kütüphane hükmüne getiren ve o suda insanı yazan?
· Evet Allah’tır. O’dur, bir damla suyu insana bir başlangıç yapan ve içinde şu harikulade insanın programını saklayan.
Ya insanın DNA’larına ne demeli? Bir tek hücrede bulunan DNA molekülleri, her biri 20.000 sayfayı ihtiva eden 46 ciltlik dev bir ansiklopediye benzer ve bu kadar bilgiyi ihtiva eder. İnsan da ise 60 trilyon hücre vardır.
Acaba, her bir DNA’yı dev bir ansiklopedi yapan ve içinde bir milyon sayfalık bilgiyi muhafaza eden kimdir? Elbette Allah’tır. Zira tesadüf; değil bir ansiklopediye, tek bir harfe bile kâtip olamaz.
Bir de insanın hafızasına bakın! Tırnak kadar bir yerde, insanın başından geçen her şey, bütün tarihçe-i hayatı ve öğrendiği her bilgi saklanmakta ve muhafaza edilmektedir. Acaba, insanın yaptığı bütün amelleri ve hayat maceralarını o küçücük hafızada saklayan ve muhafaza eden zat kimdir? Elbette Allah’tır. Zira bu harikulade fiil, hiç bir sebep ile izah edilemez.
Şu âlemdeki hıfziyetin delillerini öyle uzun uzadıya anlatmaya herhâlde gerek yoktur. Zira şu âciz insan bile, o hıfziyet kanunundan istifade ederek her şeyi kayıt altına almaktadır. Kameralar, bilgisayarlar, ses kayıt cihazları, flash bellekler, hard diskler ve saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok eşya, âlemdeki bu hıfziyet kanunundan istifade ile yapılmış eserlerdir.
İşte âlemdeki bu hıfziyet; yani her mahlukun planının, programının, tarihçe-i hayatının ve amellerinin son derece dikkat ve ihtimam ile muhafaza edilmesi ve kayıt altına alınması, perde arkasındaki bir zatı “Hafiz” ismiyle bizlere tanıttırır ve bildirir. Zira böyle bir muhafaza ve hıfziyet; tesadüfün, kör ve sağır sebeplerin işi olamaz. Allah’tan başka kimse bu hikmetli fiile fail olarak gösterilemez.
Şimdi ikinci basamağa geçerek ahiretin kapısını açalım.

2. BASAMAK: HAFİZ İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ
Hiç mümkün müdür ki, gökte, yerde, karada ve denizde; yaş-kuru, küçük-büyük, adi-âli her şeyi kemal-i intizam ve mizan içinde muhafaza edip bir türlü muhasebe içinde neticelerini eleyen bir hafiziyet; insan gibi, büyük bir fıtratta yaratılan, yeryüzünün halifeliği gibi bir rütbede bulunan ve emanet-i kübra gibi büyük bir vazifesi olan beşerin amellerini ve fiillerini muhafaza etmesin, muhasebe eleğinden geçirmesin, adalet terazisinde tartmasın, ona layık bir ceza ve mükâfat vermesin? Hayır, asla!
Madem bu âlemin sahibi olan zat Hafiz’dir ve mülkünde cereyan eden her şeyi muhafaza ediyor. Acaba geçici, adi, bekasız ve ehemmiyetsiz şeylerde muhafaza böyle olursa; hiç mümkün müdür ki, şu âlemin en kıymetli misafiri, Allah’ın yeryüzündeki halifesi ve emanetinin taşıyıcısı olan insanın amelleri hıfzedilmesin ve bu hıfza göre bir muhasebe görmesin? Hayır ve asla!

Evet, âlemdeki şu hıfziyetin bu suretle tecellisinden anlaşılıyor ki:
· Şu mevcudatın sahibi, mülkünde cereyan eden her şeyin kaydına büyük bir ihtimam gösteriyor.
· Hem hâkimiyetine nihayet derecede dikkat ediyor.
· Hem saltanatının rububiyetinde gayet ihtimam gösteriyor.
· O derece ki, en küçük bir hadiseyi, en ufak bir hizmeti yazıyor, yazdırıyor; mülkünde cereyan eden her şeyin suretini müteaddit şeylerde hıfzediyor.

İşte şu hıfziyet işaret eder ki, ehemmiyetli bir muhasebe-i amel defteri açılacak ve bilhassa mahiyetçe en büyük, en mükerrem, en müşerref bir mahluk olan insanın büyük olan amelleri, mühim olan fiilleri, mühim bir hesap ve mizana girecek, amel sahifeleri neşredilecek.
Acaba, bir ağacın, ruha benzeyen programını, bir nokta gibi en küçük bir çekirdeğinde dercedip muhafaza eden Zat-ı Hafiz için, “Vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza edecek!” denilir mi ve bundan şüphe edilir mi?
Acaba hiç mümkün müdür ki, insan şu dünyada hilafet ve emanetle mükerrem olsun da, sonra kabre girip rahatla yatsın ve uyandırılmasın, küçük-büyük her amelinden sual edilmesin, mahşere gidip mahkeme-i kübrayı görmesin, yokluğa kaçsın ve toprağa girip saklansın? Hayır ve asla!

Şimdi bu delili özetleyelim:
· Bu dünyadaki her şeyin program ve suretlerinin, yani bir cihette amellerinin; tohumlarda, çekirdeklerde, nutfe denilen su damlacıklarında, hafızalarda, DNA ve diğer yerlerde muhafaza edilip saklanması ispat eder ki, perde arkasında bir zat vardır ve mülkünde olan her şeyi muhafaza etmektedir.

· Çiçek gibi, ağaç gibi en basit ve kıymetsiz şeylerin plan ve programlarının hıfzedilmesi ispat eder ki, insanın amelleri de hıfzediliyor. Zira insan bu âlemde hilafet makamının mazharı, emanet-i kübranın taşıyıcısı ve Allah-u Teâlâ’nın has muhatabıdır. Cenab-ı Hakk’ın en basit eşyanın amellerini muhafaza edip rububiyetin saltanatına dokunan insanın amellerini muhafaza etmemesi mümkün değildir.

· Madem insanın amelleri muhafaza ediliyor, elbette bu muhafaza bir muhasebe ve hesap içindir. Hâlbuki bu dünyada insan hiçbir hesap görmemekte ve suale çekilmemektedir. İşte bu hâl de ispat eder ki, başka bir yer olmalıdır, orada bir mahkeme-i kübra olmalı ve insan amellerinin hesabını orada vermelidir. İşte orası da ahirettir.

· O hâlde diyebiliriz ki, ahireti inkâr edebilmek için, ilk önce Cenab-ı Hakk’ın “Hafîz” ismini inkâr edebilmek gerekir. Zira “Hafîz” ismini inkâr edemeyen, insanın amellerinin de muhafaza edildiğini kabul etmek zorunda kalacaktır. Bu muhafaza da elbette, bir muhasebe için olacağından ve bu muhasebe de bu dünyada olmadığından dolayı ahiretin varlığı bilmecburiye kabul edilecektir.

· Demek ahireti inkâr edebilmek için, Allah’ın “Hafiz” ismini inkâr edebilmek gerekiyor. “Hafiz” ismini inkâr edebilmek için de şu kâinatı inkâr edip akıldan istifa etmek gerekiyor. Zira tohumlardan, çekirdeklere; hafıza kuvvetinden, yumurtalara; DNA’lardan, hücreye kadar her şeyde bir hıfziyet vardır. “Fiiller failsiz olamaz.” kaidesince, bu hıfziyetin de bir faili olmalıdır. Göz önündeki bu hıfziyeti inkâr edemeyen, faili olan Hafiz-i Zülcelâl’i inkâr edemez. Hıfziyeti inkâr etmek ise, ancak akıldan ve insanlıktan vazgeçmekle mümkündür. İnsanlığını bırakıp da akıldan vazgeçenlere ise zaten bizim söyleyecek bir sözümüz yoktur!

Alıntı
Alıntı ile Cevapla
  #10  
Alt 01-14-2018, 22:08
SaRey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
SaRey SaRey isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
 
Üyelik tarihi: Jan 2018
Mesajlar: 690
Standart

Vaad Etme Delili

Hiç mümkün müdür ki, nihayetsiz bir ilmin ve hadsiz bir kudretin sahibi olan şu âlemin Rabbi; emirlerine itaat eden kullarına cenneti vadetsin, isyan edenleri ise cehennemi ile korkutsun ve bu vaad ve korkutmayı da bütün peygamberleri ve bütün kitaplarıyla yapsın da, daha sonra o vaad ettiği şeyleri yerine getirmeyip -hâşâ- cehlini ve âczini göstersin? Bu hiç mümkün müdür?
Hâlbuki vadettiği şeyler, O’nun kudretine hiç ağır gelmez. Bilakis O’na pek hafif ve pek kolaydır. Geçmiş baharın hesapsız mevcudatını gelecek baharda iade etmek kadar kolaydır.
Hem vadettiği şeyler öyle şeylerdir ki, bütün peygamberler tevatürle onları haber vermiş ve bütün evliya icma ile onların vukuuna şehadet etmişlerdir.
Hem Allah’ın vaadini yerine getirmemesi ve sözünden dönmesi, O’nun izzetine zıttır ve zatına yakışmaz!
Acaba hiç mümkün müdür ki, Cenab-ı Hak tekrar ve tekrar vadettiği ve kendisiyle korkuttuğu şeyleri getirmeyerek -hâşâ- hem kendi cehlini ve âczini göstersin hem de peygamberlerini ve evliyasını yalancı çıkartsın? Hayır, asla olamaz!
Şimdi, şu sorunun cevabını bulmaya çalışalım: Acaba vadedilen veya kendisiyle korkutulan bir şeyin yerine getirilmemesinin sebepleri neler olabilir?
Bu sebepleri şöyle sıralayabiliriz:
1- Cehalet: Eğer bir şeyi vadeden, vadettiği şeyi nasıl yapacağını bilmiyorsa yani söz verdiği şey hususunda cahil ise vadettiği şey vukua gelmez. Demek cehalet, vadedilen şeyin vukuuna mâni olan bir sebeptir.
2- Âcizlik: Eğer vadeden kimse, vadettiği şeyi yapma hususunda âciz veya fakir ise, gücü ve zenginliği yetmiyorsa vadettiği şey yine vukua gelmez. Demek âcizlik de vadedilen şeyin ifa edilememesine bir sebeptir.
3- Yalancılık: Eğer vadeden kişi yalancı ise, sözünü kolayca yiyebiliyorsa, bu sefer de vaad yerine gelmez. Demek yalancılık da vadedilen şeyin yerine getirilmemesine bir sebeptir.

O hâlde şöyle bir misal versek:
Birisi bize dese ki: “Senin için muhteşem bir çiftlik kurup hiç görmediğin ziyafetler hazırlayacağım.”
Bizim bu sözden şüphe edebilmemiz için şunlardan birisinin olması gerekir:
1. Eğer bu vaadi yapan kişi cahilse, yani bir çiftliğin nasıl kurulacağından habersiz ise, o kişinin bu vaadine şüphe ile bakılabilir. Yok, eğer o kişi bu hususta son derece mahir ve bilgili ise, bu sefer ikinci şıkka geçilir.
2. Eğer o kişi âciz ve fakir ise, yani bir çiftliği kurabilecek güce ve maddi imkâna sahip değilse, yine o kişinin vaadine şüphe ile bakılabilir. Yok, eğer o kişi son derece kuvvetli ve zengin ise, hatta vadettiği çiftlikler gibi yüzlercesi göz önünde ise, artık bu cihetten şüphe edilemez. Bu cihet de geçildiğinde, o zaman üçüncü şıkka bakılır.
3. Bu kişi sözünde sadık mıdır? Yalan söyler mi? Sözünden cayar mı? Eğer hiçbir yalanı gözükmemiş ve yalana asla tenezzül etmeyecek birisi ise, o zaman bu cihetten de şüphe edilemez.
O zaman şöyle desek: Bize çiftliği ve içindeki ziyafeti vadeden kişi, eğer işinde son derece âlim, kudret ve zenginlikte son derece yüksek, doğru söylemede ise son derece titiz olsa ve bir de bize kıymet verse ve kıymet verdiğini de hissettirse; artık onun sözünden şüphe edilebilir ve onun vaadine şüphe ile bakılabilir mi?
Artık bundan sonra onun sözünden şüphe etmek, onu ya cehaletle ya âcizlik ve fakirlikle ya da sözünde durmamak ve yalancılıkla ithamdır.
Aynen bu misal gibi, Cenab-ı Hak da müminlere cenneti ve kâfirlere cehennemi vadetmiştir. Bu vaadi gerçekleştirmemek Allah-u Teâlâ hakkında düşünülemez. Zira ifade ettiğimiz gibi sözünü yerine getirmemek ya cehaletten ya âcizlikten ya da yalan söylemektendir. Hâlbuki bütün bunlar Cenab-ı Hakk’ın izzetine zıt, ilminin ihatasına münafi ve zatının doğruluğuna muhaliftir.
Şu âlemdeki her şey O’nun sıdkına şehadet ediyor ve O’nun nihayetsiz ilim ve kudretini ispat ediyor.

İşte cehennemin o derece dehşetli olmasının bir sebebi de, insanın işlediği bu büyük cinayetlerdir. Zira insan nihayetsiz küçüklüğü içinde, nihayetsiz büyük cinayetler işler. Ahireti inkâr ederek, Allah-u Teâlâ’yı cehaletle, âcizlikle ve yalancılıkla itham eder. Bu cinayeti sebebiyle de ebedî ve büyük cezaya elbette müstehak olur.

Şimdi bu önemli ve son derece kuvvetli olan delili maddeleyerek toparlayalım:
1. Cenab-ı Hak müminlere cenneti ve kâfirlere de cehennemi vadetmiştir.
2. Cenab-ı Hak bu vaadini bizlere, peygamberleri ve kitapları aracılığı ile bildirmiştir.
3. Demek ahireti getirmemek, bütün peygamberleri yalancı çıkarmak ve bütün kitapları tekzib etmek demektir. Elbette Allah-u Teâlâ, o en sadık kullarını yalancı çıkarmaktan ve kendi kitaplarını tekzib etmekten son derece münezzeh ve mukaddestir.
4. Sözünden caymak ve vaadinden dönmek ya cehalet ya âcizlik ya da yalancılık sebebiyledir. Madem Allah-u Teâlâ hakkında cehalet, âcizlik ve yalan düşünülemez, öyleyse ahiretin varlığı da inkâr edilemez.
5. Demek ahiretin varlığını inkâr edenler, Cenab-ı Hakk’ı cehaletle, âcizlikle ve yalancılıkla itham etmektedirler ki; bu azîm cinayetin cezası da elbette cehennem olacaktır.

Alıntı
Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Hizli Erisim

Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
İnsanin Allahin Varliğina Delilleri CUMHUR ALLAH (c.c) 0 04-16-2008 22:24


WEZ Format +3. Şuan Saat: 23:52 - Tarih: 04-19-2024..


Powered by vBulletin 3.7.3
Copyright © 2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Copyright © İBADETREHBERİ Forum, All Rights Reserved
Web Tasarım: @Türker
Her Şey ALLAH(c.c) Rızası İçin.