İBADET REHBERİ FORUM

İBADET REHBERİ FORUM (https://www.ibadetrehberi.org/Forum/index.php)
-   Kitap ve Dergi Bölümü (https://www.ibadetrehberi.org/Forum/forumdisplay.php?f=11)
-   -   Halit Ertuğrul - Düzceli Mehmet (https://www.ibadetrehberi.org/Forum/showthread.php?t=2035)

CUMHUR 08-01-2008 21:46

Halit Ertuğrul - Düzceli Mehmet
 
OKULLAR AÇILIYORDU

Öğretmendim.
Okullarımız yeni açılmıştı.
Meslek hayatımın yirminci yılındaydım. Okulun her açılışında yaşadığım o tarifsiz mutluluğu, doyumsuz iklimini yeniden yaşıyordum. Bu öylesine bir haz ve lezzetti ki, öğretmenlik yapmayan bir insana bunu anlatmak mümkün değildi. Okula, mesai arkadaşlarına ve öğrenciye hasret kalmanın ne demek olduğunu, öğretmenden başkası asla bilemezdi.
Okul, öğretmen ve öğrenci, birbirinden ayrılmaz, kopmaz ve ayrı düşünülemez bir şekilde, bir bütün oluşturmuşlardır. Birini diğerinden koparmak mümkün değildir. Bunun hiçbir maddi izahı da yoktur. Bu tamamen bir sevda, bir hasret, bir gönül ve bir mutluluk iksiridir.
Hele bir öğrenci, bir öğretmen için neler değildir ki?
Bir öğretmen için onun öğrencisi, mutluluğunun hayatının ve yaşama direncinin ayrılmaz bir parçasıdır. Bir öğretmeni, bu iklimden kopardığınız an, onun dünyasını yıkarsınız.

Şair öğretmen boşuna mı yanmıştır.

Onlar benim her şeyimdir.
Hayat suyum, ekmeğim.
Gönül saksımda açan;
Renk renk, desen desen,
Mis kokulu çiçeklerim...

Onlar benim her şeyimdir.
Dualarım, dileklerim...
Ya Rab! Ayırma beni,
Onlar benim meleklerim.

Meslek hayatımda yirminci defa aynı heyecan ve aynı duygularla okuluma ve öğrencilerime kavuşmuştum. Bu tarifsiz mutluluğun etkisinde o kadar kalmış olacağım ki, hiç farkında olmadan, adeta bütün öğrencilerimi bir çırpıda kucaklamak ister gibi, okula girerken kollarımı açtığımı farkettim. Sanki o esnada, bütün acılarım, elemlerim ve kederlerim bitmişti.
Okulun o büyülü havasını soluyan bir kişi; ekmeği, suyu, havayı ve mutluluğu başka yerde arıyabilir mi?

Şair öğretmenin dediği gibi;
Ben okulda doğdum.
üllerle, çiçeklerle büyüdüm.
Onlarla ağladım, onlarla güldüm.
Benim için Allah'a kalkan eller,
Yüreklerinde tertemiz duygular,
İşte benim sermayem, ödülüm;
Okuttuğum çocuklar...
Mezar taşıma "öğretmen "diye yazın.
Belki gelip, dua okurlar...
alıntı.....................

TÜRKER 08-02-2008 13:00

düzceli mehmet(2)
 
DAHA İLK DERSİMDE SÜRPİZ BİR GELİŞME

Bu hisleri, bu heyecanı ve bu duyguları yeniden yaşayarak, kendimi ilk dersimde bulmuştum.
Üniversiteyi yeni kazanmış olan pırıl pırıl gençler...
Gözlerinde ürkek bir ışıltı, tatlı bir tedirginlik ve yeni üniversiteli olmanın heyecanı okunmaktaydı.
Elli kişilik bu sınıfın, yarıdan biraz fazlasını erkek öğrenciler, diğerlerini ise kız öğrenciler teşkil ediyordu.
Önce kendimi tanıtıp, öğrencilerin tedirginliklerini giderecek bir giriş yaptım. Okulun, okumanın ve bu zamanda üniversiteyi kazanmanın önemini anlatarak, öğrencileri onure etmeye çalıştım. Ayrıca, derslerden ve sınavlardan korkmamaları gerektiğini, devamlı ve düzenli çalışmaları halinde, beklediklerinin de üstünde bir başarı gösterebileceklerini ifade ettim.
Bu konuşma üzerine öğrencilerin; kısmen de olsa, tedirginliklerinden ve endişelerinden kurtulduklarını müşahede ettim.
Sonra da öğrencileri tek tek tanımaya başladım. Her öğrenci adını, soyadını ve memleketini söyleyerek, ne için öğretmenliği seçtiğini anlatmaktaydı.
Tanışma faslında isminin Düzceli Mehmet olduğunu söyleyen uzun boylu, hafif esmer tenli, saçlarını arkadan bağlamış, kulakları küpeli, kollarında ve boynunda bol aksesuar bulunan bir öğrenci dikkatimi çekti.
Üzerindeki elbisenin de garip renkler taşıdığı ve sıra dışı dikildiği belliydi. Öğrencinin yüz ifadelerinde ve ses tonunda, açık bir sertlik ve aykırılık hissedilmekteydi. Bu, bütün sınıfın dikkatini çekmişti.
Tanışma faslından sonra, her dönem başlarında yaptığım gibi, öğrencilerden neler isteyeceğimi ve neler bekleyeceğimi ifade etmek için yeniden masaya geçerek konuşmaya başladım:
"Arkadaşlar, dedim. Beni dikkatle dinlemenizi istiyorum. Bu dönem boyunca, sınıf disiplini ve düzeni konusunda bazı kurallar oluşturacağız. Birlikte oluşturacağımız kuralları bir metin haline getirip, her öğrenci altını imzalayacak. Bu kuralları birlikte tavırsız olarak uygulayacağız.

Bu kurallar şunlardır:

1- Derse 5 dakikadan fazla geç kalan, sınıfa alınmayacak.
2- Devamsızlık hakkını kullandıktan sonra, ders saati kadar bir defaya mahsus olmak üzere, ek mazeret hakkı verilecek.
3- Dersi birlikte hazırlanıp, birlikte işleyeceğiz.
4- Söz almadan konuşulmayacak.
5- Sınıfta bir kişi konuşurken, onun sözünü kesmek, müdahale etmek, sert tepki göstermek veya başkasının dinlemesini engellemek olmayacak.
6- Her görüşe, yoruma ve değerlendirmeye saygı gösterilecek.
7- Eleştiriye açık olunacak, eleştirilmekten dolayı kırıcı sözler söylenmeyecek.
8- Maddi veya manevi anlamda, herhangi bir sıkıntısı olan, yardım için arkadaşlarını veya dersin öğretmenini haberdar edecek.
9- Araştırma grupları oluşturulacak.
10- Kitap okuma ve inceleme çalışmaları yapılacak.
11- Kararlara uymayanlar, sınıfın ortak tespitiyle cezalandırılacak.
12- Sınıfta başarı gösteren öğrenciler, yine sınıfın ortak kararıyla ödüllendirilecek.
13- Kararlar oy çokluğuyla alınacak.
Bu kuralları, değerlendirmenize sunmak istiyorum.
Hepsini madde madde tartışalım. Uygun bulmadıklarınızı, gerekçe göstermek kaydıyla çıkarabiliriz veya başka maddeler de ilave edebiliriz.
Birlikte mutabık kaldığımız maddeleri metin haline getirip imzanıza sunacağım.
Ne dersiniz?
Öğrenciler de, belki de ilk defa böyle bir durumla karşılaşmış olmanın belirli bir sessizliği vardı. Kafalarında, nasıl bir tepki vereceklerini henüz oluşturmadan, orta sıralarda oturan uzun saçlı ve aykırı görünüşlü öğrenci Düzceli Mehmet, izin almadan ayağa fırladı.
"Bütün bunlar çok saçma şeyler, dedi. Burası ortaokul değil, bir üniversitedir. Disiplin, düzen, kural ve yasak saçmalığına burada da mı devam edeceğiz?
Biz buraya özgürce okumaya ve yaşamaya geldik. En nefret ettiğim şey, kurallarla, yasaklarla yaşamaktır.
Ses tonunu daha da yükselterek:
"Bunları asla kabul edemem. Kurallar beni sıkar ve huzurumu kaçırır. Eğer beni sıkboğaz edip, kurallara boğarsanız, burada bir gün bile duramam.
Çevresini etkileyip, kendine destek bulma umuduyla etrafına şöyle bir göz atarak konuşmasını sürdürdü.
"Zannederim ki arkadaşlar da aynı görüştedir.
Öğrenci, heyecanlı, biraz da hükmedici bir ses tonuyla sıraladığı itirazlarını daha bitirmemişken, en arka sırada oturan bir başka öğrenci aynı sertlikteki bir ses tonuyla:
"Arkadaş, dedi. Kendi saçma görüşlerine bizi alet etme. İnsanların bulunduğu her yerde kurallar vardır. Burası dağ başı değildir. Kurallar olmazsa, düzen ve çalışma disiplini nasıl oluşacak?
Bir başka öğrenci;
“Memlekette demokrasi var, diye çıkıştı. Kararlar ortak alınır. Hocamızın da önerisi zaten böyleydi. Hiç kimse, kendi keyfine ve arzusuna göre, çevresine hükmedemez.
Bir kız öğrencinin itirazı da, bir başka boyutu oluşturuyordu:
"Senin hiçbir şeye itiraz etmeye hakkın yoktur. Baksana haline, istediğin gibi giyiniyor ve konuşuyorsun. Ya bizler, başımızı açıp girmek zorunda kalıyoruz. Bu konuda konuşması gereken varsa bizleriz, siz değilsiniz.
Adını Düzceli Mehmet olarak ifade eden aykırı öğrenci, beklemediği bu reaksiyona karşısında, şaşırmıştı. Öğrencilerden destek beklerken ilk tepkiyi onlardan görmüştü.
Sağdan-soldan gelen yoğun itirazlar karşısında bunalan MehmetÓin imdadına ben yetiştim.
"Arkadaşlar, diye bağırdım. Önce herkes yerine otursun ve beni dinlesin.
Sınıftaki dalgalanma durdu. Ben de konuşmaya başladım.
“Şimdi, sınıfta neden bazı kurallar oluşturmak istediğimi, herhalde çok iyi anladınız. Çünkü, kuralsız hayatta kargaşa ve boğuşma vardır. Kurallar yerli yerinde kullanıldığı zaman, kimsenin hayatını kısıtlamaz ve engellemez. Tam aksine, iyi işleyen kurallar; düzenli, tertipli ve huzurlu bir hayat biçimi oluşturur.
Konuyu değiştirerek konuşmama devam ettim.
“Düzceli MehmetÓin birazcık sert çıkışını ve görüşlerini açık bir dille ifade edişini, çok yadırgadığınızı görüyorum.
Üniversiteye gelmiş olan siz değerli arkadaşların, bu konuda biraz daha anlayışlı olabileceklerini beklerdim.
Öğrencinin birisi;
“Yani, MehmetÓin bu davranışını doğru buluyor musunuz, hocam diye atıldı.
“Anlatmak istediğim ve hoş gördüğüm taraf, MehmetÓin davranışları değildir.
Anlatmak istediğim şudur:
Sınıfta her öğrenci, rahatlıkla kendisin ifade edebilmeli, görüşlerini anlatabilmeli, faydasına inandığı yorumları yapabilmelidir. Ancak bu şekilde uzlaşma ve ayrılma noktaları anlaşılır, kişiler daha iyi tanınır ve problemlerin konuşarak çözümlenmesi daha rahat gerçekleşir.
Olaylara farklı bakışımızın, farklı yorumlamamızın ve farklı değerlendirmemizin çok tabii ve çok doğal bir şey olduğuna artık alışmalıyız. Bizler makine aksanı değiliz ki ebadımız, tonajımız, hızımız ve yönümüz aynı olsun.
Farklı olmak, farklı bakmak, farklı görmek ve farklı düşünmek canlılık, hareket, yenilik ve alternatif çokluğu meydana getirir. Bir bilim yuvası olan üniversitelerimizde buna çok ihtiyaç vardır.
Aynı şeyleri düşünen bin tane insan, bir insan gibidir. Dayısıyla, bu sınıfta herkes rahat konuşabilmeli ve konuşana karşı da sabırlı ve saygılı olmayı öğrenmeliyiz.
Orta sıralarda ve başını önüne eğmiş vaziyette oturan Düzceli Mehmet'e doğru baktım. O esnada bakışlarımız bir anda buluştu. Yüzündeki ifadelerden, bu sözlerime, çok memnun olduğu anlaşılıyordu. Kendisini ağır bir şekilde eleştireceğimi beklerken, adeta destekler bir tutum içine girmem, onu rahatlatmıştı.
Biraz daha onure etmek için devam ettim.
"Arkadaşlar aslında siz Mehmet'i yanlış anladınız. Mehmet de heyecandan olsa gerek, kendisini yanlış ifade etti. Eğer konuşmasına müsaade etseydiniz, inanıyorum ki, daha güzel şeyler söyleyecekti. Hava bir anda gerginleşince, o da farkında olmadan o gerginliğe kapıldı ve kontrolsüz bazı şeyler söyledi.
Tabi ki karşı çıkan arkadaşlar da haklıydı. Onlar da bazı doğrulara işaret ettiler.
Ortada yanlış olan, tartışma üslubu ve birbirinize olan yaklaşım şeklinizdir. Ama inanıyorum ki bu sınıfta güzel şeyler konuşulacak, tartışılacak ve isabetli sonuçlar elde edilecektir.
Sınıfın bir anda tansiyonu düştü. Gerek Mehmet ve gerekse de karşı çıkan öğrenciler rahatladı ve herkes almaları gereken mesajları almıştı.
Sert başlayıp olumlu biten bu ilk ders, önemli gelişmelerin habercisi niteliğinde olmuştu.
İlk dersteki bu tartışmadan sonra, eğer Mehmet'te; insani değerler, vefa duygusu ve saygı ifadesi gibi hala bazı meziyetler varsa; mutlaka yanıma gelir, en azından, daha yakın tanışmak ister veya bir teşekkür eder diye düşünmeye başlamıştım.
Ama, kuralların anlamsız olduğunu savunduğu gibi insani değerlerin de anlamsızlığına inanıyorsa, tabi ki böyle şeyler beklenemezdi.
Düzceli Mehmet' in psikolojik yapısını tanımak için bu konuyu kafamda bir ölçü olarak canlandırmıştım.
alıntı...............

TÜRKER 08-02-2008 13:01

düzceli mehmet(3)
 
BENİ NEDEN KOLLADINIZ?

Teneffüste odama geçtim. Hemen arkamdan Mehmet'te geldi. Henüz ne niyetle geldiğini bilmememe rağmen, Mehmet'in bu davranışında, görünüşünün tersine bir takım önemli meziyetlere sahip olduğunu anladım. Bu durum, Mehmet'e karşı içimden anlayamadığım bir sempati oluşturmuştu.
Biraz çekingen, biraz da mahcup bir eda ile;
"Hocam, müsaitseniz biraz konuşabilir miyiz? dedi.
Ayağa kalktım elini sıktım ve oturması için yer göstererek;
"Tabii ki konuşabiliriz, dedim. Şöyle buyurun.
Hemen ardından, birer tane çay söyledim ve sıcak bir hava oluşturmak istedim.
Kendisini ayakta karşılamam ve çay ikram etmem, Mehmet'i hem mahcup etmişti, hem de çok sevindirmişti.
"Hocam, sınıftaki kaba davranışımdan dolayı özür dilerim, diyerek söze başladı. Ama öyle bir nezaket dersi verdiniz ki doğrusu çok utandım.
"Hayır, üzülme Mehmet diye araya girdim. Biz bunlara alışkınız. Hem şunu bil ki asla sana kırılmadım.
Mehmet, içindeki esas konuya gelerek;
"Hocam, dedi. Neden beni kollama ihtiyacı hissettin. Beni mahcup edip bir daha konuşmayayım diye mi? Yoksa, beni yanına çekip, bazı doğruları anlatayım diye mi?
Çok zeki bir gençti. Zaten düşüncelerini en aykırı bir şekilde ortaya koyabilme cesareti, bunu ispatlıyordu. Ayrıca konuyu ele alış şekli de bunu göstermekteydi.
Gülerek cevap verdim;
"Benim asıl niyetim seni kollayıp, mahcup etmek veya yanıma çekmekten ziyade, sınıfa bazı kurallar yerleştirmekti. Bu durumda hangi öğrencim olursa olsun aynı şeyi yapardım.
Başını eğdi ve hafifçe salladı.
Konuşmama devam ettim.
"Benim çok önemsediğim, en önemli kural, herkesin rahatlıkla konuşabilmesi ve konuşana karşı saygı gösterilmesidir.
Pervasız bir eda ile;
"Neden bu kadar demokratsınız, hocam. Ben bu davranışı ne bir dindar hocadan ve ne de ilerici bir hocadan görmedim. Bunun özel bir sebebi var mı?
Düzceli Mehmet'te beni onure etmek istiyordu. Bu iltifatta o anlaşılıyordu.
"Hayır, dedim. İnanıyorum ki, bir çok öğretim üyesi arkadaşım aynı şeyi düşünür ve aynı şeyi yapar.
Bu konuda ki benim esas felsefem şudur; mutlaka farklı görüşler dillendirilmelidir. Konuşan insanı susturmak çare değildir. Konuşan insan görüşlerinin yanlış olduğunu anlayınca susar. Yoksa, zorla susturulursa illegal yollarda konuşmaya başlar. Bu ise, bir çok yönde sıkıntı meydana getirir.
Konuşan insandan zarar gelmez. Asıl zarar, konuşturulmayan insandan gelir. Farklı görüşler, güzelliktik, yeniliktir. İnsanlar arası uzlaşma, konuşarak ortaya çıkar. Yoksa, uzlaşma adına susturulan insanlar, gizli ve sert bir muhalefet oluşturur. Bu da toplumsal huzura zarar verir.
Bunun için, sınıfta açık yüreklilikle görüşlerini ifade edişinden dolayı seni kutlarım. Yadırgadığım taraf ise üslubunuzdur. Karşılıklı anlayış içinde görüşlerini ifade etmene devam et. Benden sana tam destek gelecektir.
Düzceli Mehmet, bütün bütün rahatlayarak;
"Bunları duyduğuma çok sevindim hocam, dedi. Belki de inanamayacaksınız ama, ilk defa bana yakınlık gösteren, görüş ve davranışlarımı anlayışla karşılayan, bir hocamla tanışıyorum.
Ne yapayım, beni de böyle kabul edin. Sözümü sakınmayı pek beceremem. Her yerde söylerim. İnsanlığım doğruları ifade etmekten, kendimi frenleyemem. Açık sözlü oluşum, kendimi derhal deşifre edişim ve her yerde, bir çok şeyi ifade edişim bana çok pahalıya mal olmuştur. Ama umurumda değil. Ben bildiğim doğruları konuşmazsam ve bildiğim doğrularla yaşamazsam, mutlu olamıyorum.
Bu sözler bir art niyetin, bilerek zararlı bir hayatı tercih etmenin veya yanlış bir anlayışla ısrar etmenin ifadesi değil; doğru olduğuna inandığı bir yoldan; açık yüreklilikle, mertçe ve ısrarla yürümenin ifadelerini taşımaktaydı..alıntı...........

TÜRKER 08-02-2008 13:01

düzceli mehmet(4)
 
KURALSIZ GENÇLİK FELSEFESİ

Mehmet'i fazla sıkmamak için konuyu değiştirdim. Bu açık sözlü, mert ve biraz da pervasız genci, biraz daha yakından tanımak isterdim.
Biraz kendisinden ve ailesinden söz etti. Bir erkek, bir de kız kardeşi varmış. Mâli durumlarının da iyi olduğunu söyledi.
Konuya biraz daha açıklık getirmek için;
"Mehmet, dedim. Aîlevi problemin ve mâli sıkıntın olmadığı anlaşılıyor. Bu KURALSIZLIK felsefesi de nereden oluştu?
Çok önemli ve çok anlamlı bir konuya giriş yapar gibi kendini toparladı.
"Hocam, dedi. Çok kitap okurum, çok gezerim ve insanlarla ilişki kurmayı çok severim. Özellikle de farklı ve alışılmamış şeyler, ilgimi çok çeker.
Düzenli, oturmuş, plânlı ve monoton bir hayat bana göre değildir. Yaşadığım hayatın kurallarını kendim koymalıyım veya beni engelleyecek her kuralı kaldırabilmeliyim.
Zevkime, görüşlerime, tarzıma mâni olan her şey bana göre kötü şeydir. İstediğim gibi gezmek, istediğim gibi giyinmek, istediğim gibi yaşamak istiyorum.
Sormak isteyip de, kırmamak için soramadığın bir konuyu, sanki içimi okurcasına kendisi açtı.
"Hocam, bu anlattıklarımdan sonra, aklına gelmiş olduğunu düşündüğüm, inanç boyutumu herhalde merak ettiniz.
Gülerek;
"Evet, dedim.
"O zaman açık bir şekilde ifade etmek isterim.
İlkokul ve ortaokul döneminde, din ve dîne dâir şeylere karşı büyük bir ilgim vardı. Gerek öğretmenlerimizin, gerekse de arkadaşlarımızın tavsiye ettiği kitapları okuduktan sonra, dikkatlerim başka dünyalara kaydı.
"Ne gibi? diye sordum.
"Materyalizme ve Darwinizme karşı ilgi duydum. Bu konuda ciddî çalışmalar yaptım.
"Peki geldiğin nokta neresi oldu?
Biraz ezik-büzük bir tavırla:
"Din ve Allah'la ilgili bilgilerin ve görüşlerin, çağın çok gerisinde kaldığına inanıyorum. Asırlar önce ortaya atılmış bir yaşam biçimiyle, uzay çağını yaşamak, bana çok saçma geliyor.
İnsanlar istedikleri şeye inanabilirler. Onlara gerçekten saygı duyuyorum. Çünkü, benim anne ve babam da namaz kılıyor. Ama ben böyle şeylere inanmıyorum.
Benim için tek geçerli yol, kuralsız, açık ve engelsiz bir yaşam biçimidir. Dilediğim gibi özgürce ve gerektiğinde kuralları kendim koyarak...
"Peki bu mümkün mü? diye sordum.
"Değilse bile, en azından öyle olmasını arzu ediyorum, dedi.
"Dinden ve Allah'tan kaçışın, yaşamına engel olacak kurallar geldiği için mi?
"Evet. Çünkü, dinler insanların tam zevk ve keyif almalarını engelliyorlar. İnsanın tam zevk ve keyif alması ve dilediği biçimde bir hayat oluşturması için, dinden ve dînin kurallarından kurtulması lâzımdır. Hatta bu konuyu hiç düşünmemesi lazımdır.
“Yani bu konuları düşünmede mi seni rahatsız ediyor?
“Hem de çok...
“Peki seni rahatsız eden bu düşünceden nasıl kurtulmayı düşünüyorsun?
“Bu konuları hiç düşünmeyerek. Çünkü, yaşadığım hayatta bir tek kural olursa, huzurumu bozuyor. Yaşam zevkimi engelliyor.
"Yani, aklını susturmak istiyorsun, öyle mi?
"Evet.
"Sus demekle akıl susuyor mu?
Cevap vermemek için, konuyu değiştirmek istedi. Ama ben üsteledim. Sorularımı sürdürdüm.
"Peki mâdem böyle düşünüyordun da neden kuralların işlediği, sorumluluğun arttığı ve sürekli çalışmanın yapıldığı bir üniversite ortamını tercih ettin?
"Bunu ben istemedim. Babam bir üniversite okumazsam, beni evlatlıktan reddedeceğini ve harçlıkları da keseceğini kesin bir şekilde ifade edince mecbûr kaldım.
"Yâni, niyetin okumaktan ziyâde babandan para sızdırmak öyle mi, diye, güldüm.
Kendisi de gülerek;
"Öyle de, sayılabilir.
Belki de sorulardan bunalarak veya cevap vermekten dolayı güçlük çektiği konuların açıldığı için, birden ayağa kalktı;
"Hocam benim çıkmam gerekiyor, dedi.
Elini uzattı.
"Çok memnûn oldum. Sizleri sık sık ziyâret edeceğim. Sizin varlığınız, bu sıkıcı yerde benim için bir ümit ışığıdır, dedi.
Çıktı.
Sözlerinde riyâkarlık yoktu. İçinden ne varsa onu söylüyordu. Dolayısıyla güvenilir ve samîmî bir gençti.
Bu atak, yetenekli, mert ve girişken olan bu gencin başıboş, inançsız ve acımasız bir hayatın pençesinde nereye doğru gittiğinin farkında bile olmadan ısrarla ve inatla yoluna devam etmesi beni çok üzmüştü. Dindar bir aileden, inkârcı bir çocuk... Eğitim sisteminin çarpık, karışık ve karanlık yapısından, başka türlü ne beklenebilirdi?
Gerçekten çok üzülmüştüm. Düzceli Mehmet ve buna benzer daha çok gençler kurtarılmalıydı. Bu sorumsuz hayat anlayışı içinde yetişen insanlar, hem devletin, hem toplumun, hem de ailenin baş belası olacaklardı. Bu yüzden, patlayan silahlardan, yanan ocaklardan ve ağlayan annelerden çok dersler alınmalıydı.
Konuyla ilgili olarak, Bedîüzzaman Saîd Nûrsî'nin Muhakemât isimli eserindeki şu tespitleri hatırladım.
"Her insan hâk fıtratı üzerine doğar. Hâkkı (doğruyu) ararken bâzen eline bâtıl (yanlış) geçer, hâk zanneder, koynunda saklar.Ó
En büyük yanlışı doğru telakki ederek, kendisine hayat felsefesi yapan insanları uyarmak, uyaranlara destek olmak, toplumun huzuru için, çok önemli bir görevdir. Bu önemli vazîfenin ifâsına benim de katkım olması için, Allah'a dua ederek odamdan çıktım.
alıntı...........

TÜRKER 08-02-2008 13:02

düzceli mehmet(5)
 
İKİNCİ DERS

İkinci hafta aynı sınıfa derse girdiğimde gözlerim Mehmet'i aradı. Acaba ilk karşılaşmamız, onun üzerinde olumlu bir tepki mi, yoksa olumsuz bir tepki mi oluşturduğumu merak ediyordum.
Yine orta sıralarda uzun saçları ve çok belirgin elbise modeliyle kendini belli ediyordu.
Çevresindeki öğrencilerle çabuk kaynaştığı belliydi. Onlarla sıcak ve yakın diyaloglar içindeydi. Etrafındaki arkadaşlarıyla ilgileniyor, anlatıyor ve dinliyordu. Her haliyle girişken, faal ve sıcak kanlı bir gençti. İlk dersin, soğuk, sert ve aykırı davranışlarını, kısmen de olsa üzerinden atmışa benziyordu.
Bu davranışını, kendi fikir ve görüşlerine taban oluşturmak ve kendine yakın sempatizanlar bulmak olarak yorumlamıştım. Başka bir ifadeyle, çevresini genişletip bir grup oluşturma çabası içinde olduğu belliydi.
Dersim Sosyoloji idi. Konum da toplumun en küçük bireyi olan İNSAN'dı. Yâni bu derste İNSAN'ı anlatacaktım.
İnsanı anlatırken de öğrencilerin görüşlerini alıp bu şekilde sınıfın ortak nabzını da ölçmüş olacaktım.
Öğrencileri selâmlayıp hâl-hatır sordum. Sınıfı derse hazırlamak için okula ısınıp ısınmadıklarını gündeme getirdim. Karşılıklı kısa konuşmalar geçti.
İşleyeceğim konu gereği;
"İNSAN Nedir? diye sınıfa bir soru sorarak derse başladım.
Bundaki amacım, hem dersi câzip kılmak, hem de öğrencilerin konuyla ilgili görüşlerini anlamaktı.
Öğrenciler bu soruya karşı önce sessiz kaldılar. Sonra da görüşlerini belirtmeye başladılar.
Söz alan öğrencilerin büyük çoğunluğu İNSAN'la ALLAH ve DİN arasında ilgi kurup, insanın bir amaç için yaratıldığı en mükemmel bir varlık olduğu, öldükten sonra da bir hesâbı bulunduğu yolunda görüşler beyân ediyorlardı. Bu durum sınıftaki öğrencilerin büyük kısmının dînî ve mîllî görüşleri benimseyen gençler olduğu kanaatını uyandırıyordu.
Beklediğim gibi Düzceli Mehmet'te söz aldı. Kendisine has, heyecanlı, açık ve gür ses tonuyla;
"Ben bu konuda arkadaşlardan farklı düşünüyorum, diye söze başladı. Yine üslubunda hissedilir bir sertlik ve pervasızlık vardı.
"Öncelikle şunu belirteyim ki, ben hesap-kitap işine inanmam,dedi. İnsan, çeşitli evrimler sonucu bu hâle gelmiş bir canlıdır. Bu hale gelmesi için de herhangi bir yönlendirmeye ihtiyaç yoktur. Mekanizması kendi kendini yenileyecek durumdadır.
İnsan, ayakta kalabilmek ve kendini koruyabilmek için bazı kanunlar geliştirmiştir. Toplumsal yaşamda ortak değerlerin oluşmasıyla da bugünkü hale gelmiştir.
İnsanın bu hale gelmesinde ve yaşamını sürdürmesinde kimseye karşı bir borcu yoktur. O hayatını en iyi şekilde yaşayıp çekip gidecektir. O insan için de her şey orada bitecektir.
İnsan mutlu olması için, yalnızca kendi hayatını düşünmeli ve hiçbir yaptırımın ve kuralın esiri olmamalıdır.
Mehmet'in ileri sürdüğü fikirlerin temelinde; Materyalizm Marksizmin, Darwinizmin ve Ateizmin görüşleri yatmaktaydı. Mehmet'in nelerden etkilendiği ve daha çok ne tür kitaplar okuduğu belliydi.
Mehmet'in ortaya koyduğu görüşler, sınıftaki öğrencilerin sert tepkisine neden olmuştu. Ama duruma derhal müdahale edip;
"Daha isabetli görüşü olan varsa, söz alsın ve konuşsun. Bunun dışında başka bir yol denemeyin, diye ikaz ettim.
İnsanla ilgili olarak ileri sürülen farklı görüşleri özetledikten sonra , dersime başladım.
alıntı..........

TÜRKER 08-02-2008 13:07

düzceli mehmet(6)
 
İNSAN NEDİR

Sözlerime, Alexis Currel'in, insanla ilgili şu tespitiyle başladım:
"İnsan önce kendini tanımalı ve kendisini bir kitap gibi okumalıdır. Kendisini okuyamayan insan, kâinatın en ince sırlarını bilse de yine de câhil kalır."
O esnada bir öğrencim devreye girerek;
"Hocam, dedi. İnsanla ilgili güzel sözler bulmak için Batıya gitmenize gerek yoktur. Bu güzel sözlerin daha özlüsünü ve daha isabetlisini, kendi içimizde doğup büyümüş olan değerli âlimlerimiz ve bilim adamlarımız da söylemiştir. Meselâ; Bedîüzzaman Saîd Nûrsî'nin "Ey kendini insan zanneden insan, kendini oku..." diye başlayan çok güzel bir sözü vardır. Buna daha başka ilâveler yapmak mümkündür.
"Doğru söylüyorsun, diye tasdik edip sözüme devam ettim.
"Arkadaşlar, hiç kendi kendinize "Ben kimim? Neyim? Nereden geldim? Ne için geldim? Amacım nedir? Nereye gidiyorum? Kime borçluyum? Ne gibi ve nasıl hesap vereceğim?" diye soruyor musunuz?
Eğer bu ve buna benzer sorular soruyorsanız, cevabını da merak ediyor musunuz? Cevabını merak eden olduysa bir araştırma yaptı mı?
Sınıfta derin bir sessizlik ve dikkât oluşmuştu. Bu ortamı fırsat bilerek, konuşmamı sürdürdüm.
"Soruyu biraz daha genelleyip bilimsel bir temelde sürdürelim.
Başarı için yola çıkan ve hayatını başarılarla doldurmak isteyen insan, kendisini tanıma konusunda ne kadar başarılı olmuştur?
Çevresinin ve kâinatın en ince ayrıntılarıyla ilgilenen insan, acaba kendi ayrıntısı ve sırlarıyla ne kadar ilgilenmektedir?
Göklerin keşfi ve denizlerin derinlikleri için bir ömür harcayan insanoğlu, kendisini keşfetmede, kendisini tanımada ve kendi dünyasının derinliklerine inmede ne kadar çaba harcamaktadır?
Bir başka ifadeyle; önemli işler başarmak, büyük hedeflere koşmak, bir çok keşif ve sırlara ulaşmak için çırpınan insan; kendisini ne kadar tanımakta, taşıdığı değerlerin, sırların ve emanetin ne kadar farkına varmaktadır?
Belki günde, dünyanın ve kâinatın sırlarıyla ilgili "Bunlar Nedir? Nasıl Olmuştur? Neye Yaramaktadır? Yapan Kimdir?" gibi onlarca kez sorduğu merak dolu soruları; acaba kaç kez kendisine yöneltip; "Ben kimim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Gayem nedir? Beni gönderen kimdir?" diye sormuştur?
İnsanın öncelikle kendisini tanıması, kendisini sorgulaması ve kendisiyle ilgili bilinmezlerin peşinde olması gerekmez mi? Bu, insan olmanın önemli ve ilk şartıdır.
İnsanın mahiyeti, sırları vazifesi, neci ve kim olduğu şeklindeki soruları, düşünen beyinleri sürekli meşgul etmiştir. Ancak yalnızca kendi akıl ölçüleriyle bu sırları ve bilinmezleri çözmek isteyen bir çok insan da yanlış ve isabetsiz tespitlerde bulunmuşlardır.
Bunlardan bazıları insanı "ekonomik bir varlık" ve "madde yığını"ndan ibaret zannetmişlerdir. Bazıları da "insan düşünen bir hayvan" demişlerdir. Bazı bilim adamları insanı, "tapılacak ulu varlık" olarak vasıflandırırken, bazıları ise "insanın bir hiç olduğu" yorumunu yapmışlardır. Bunlar arasında "insanın meçhul olduğu"na karar verenler de yer almıştır.
Görüldüğü gibi, kaynağını yalnızca şahsî değerlendirmeden alan yorumlar ve tespitler; insanı gerçek anlamda ortaya koymaktan çok yetersiz kalmıştır. Yetersiz kalmalarının en büyük nedeni ise, insanı bir veya birkaç boyutla ele almış olmalarıdır. Halbuki insanın tam anlamı ile ifade edilebilmesi için, maddî ve manevî olarak bütün yönleri ile ele alınıp, değerlendirilmesi lazımdır.
Sınıfta, tam bir sessizlik oluşmuştu. Bütün öğrenciler pür-dikkat kesilmişler, adeta kımıldamadan konuyu takip ediyorlardı. Öğrencilerin derse olan ilgilerinden, konunun çok önemli bulunduğu anlaşılıyordu.
Derse devam ettim.
"Değerli arkadaşlar, acaba fen bilimleri ve sosyal bilimler insan için ne diyor? Bu konuyu birlikte ele alıp değerlendirelim:
Fen bilimleri açısından insan, canlıların en mükemmelidir. Hayat verici bir düzen, uyum ve planlama içindedir.
İnsan bir tek hücreden yaratılmıştır. "Zigot" denilen gözle görülmeyen, ancak yüzlerce defa büyütülerek görülen bu hücre; kendinden binlerce ve trilyonlarca büyük bir konuma gelerek hayat için gerekli olan her türlü cihazla donatılıp dünyaya bir insan olarak gönderilmektedir.
İnsan, çok zaman kıymetini takdir edemediği, harika bir vücudu, eşsiz bir sanat eserini ve antika bir şaheser taşımaktadır. Öyle ki, bir tek hücreyi bile yapmaktan aciz olan insan, akılları hayretle bırakan sayısız hücrelerin mükemmel işbirliği ve uyumu ile hayatını sürdürmektedir.
Bu hücrenin, yani ceninin zamanla insan vücuduna dönüşmesi, her hücrenin belirlenen hedefe ulaşması ve hiçbir hücrenin görevini aksatmadan yüz binlerce görevi bir anda yapması, insan aklını tam anlamıyla şaşırtmaktadır.
Hepsi aynı hücreden meydana gelen dokular; gittikleri yerlerde gören, duyan, tat alan, hisseden hücreler haline gelmekte, mide, barsak ve karaciğerde modern bir laboratuar gibi çalışmaktadırlar.
İnsanın iç ve dış organları; birbirini koruyan, kollayan, yardımcı olan ve harika bir alışveriş sistemi üzerine kurulmuştur. İnsan vücuduna baktığımızda hiçbir organın fazlalığı görülmediği gibi, eksik bir organa da rastlanmaz. Öyle ki insan; en seri, en çabuk ve en verimli sonuç olacak bir planlamaya göre düzenlenmiştir.
Dışarıdan alınan besinlerin yenilmesi, sindirilmesi, emilmesi ve artıkların dışarı atılması harika bir çalışmayla yürütülür ve sonuçlanır. Bu konuyu gözleyen bilim adamları şaşırmaktan kendini alamamışlardır. (Yeğin, 1980:72-75)
İnsan beyninde 10 milyar karar merkezi vardır. Bu merkezlerin her birinde, sayıları 2000'e varan Sinaps'lar mevcuttur ve Sinaps'lardan her an yüzlerce olay cereyan eder. Ayrıca her bir Sinops, diğer milyonlarca Sinaps'tan haberdar olarak ve birbirini karşılıklı kontrol ederek çalışır. İşte beynimin, sinirlerimin böylesine göz kamaştırıcı bir "harikalar ülkesi"dir. Gözünüzü nereye çevirseniz, Ulu Yaradan'ın muhteşem sanatını görürsünüz. (Songar, 1979:30-31)alıntı.....

TÜRKER 08-02-2008 13:08

düzceli mehmet(7)
 
İNSAN AKIL İLE DOĞRUYU BULUR, BAŞKASININ YÖNLENDİRMESİNE NE GEREK VAR?

Sözün burasında, çoktan beri müdahale fırsatı kollayan Mehmet, birden ayağa kalkıp, biraz da sert bir üslûpla;
"Hocam, insan kendi akıl ölçüleriyle doğruyu bulur. Başka bir gücün onu yönlendirmesine, hareket alanını belirlemesine ve o güçten emir almasına ne gerek var? diye sordu.
"Teşekkür ederim, dedim. Bu soru sorulmalıydı. Sorulduğu da çok iyi oldu. Çünkü buna benzer felsefî görüşler vardır. Bu vesîleyle konuyu biraz daha açalım.
Bildiğiniz gibi insan; daima doğruyu, güzelliği ve hâkkı arama özlemi içindedir. Evrenin bir bütün olarak gerçek durumu, insanın ne olduğunu ve ne olması gerektiğini bilmek istemektedir.
İnsan aklı vasıtası ile dünyayı ve evreni aydınlatmaya çalışır. (Ergün, 1996;90) İnsan aklı kuvvetli inanç ve ahlak sistemleri ile desteklenmezse "doğruyu arıyorum" diye daha da yanlışlara sapabilir. Bunun felsefe dünyasında çok çarpıcı örnekleri vardır. Bunların bir kısmı, ya her şeyi inkâr eden bir "ateist" olmuşlardır, ya da, her şeyi maddede arayan bir "materyalist"olmuşlardır (Yörük, 1998:73).
İnsan toplumsal bir varlıktır. Birlikte yaşama, birlikte paylaşma, yardımlaşma ve dayanışmaya muhtaçtır. İnsandaki bu duyguların pekişmesi lâzımdır. Çünkü huzurlu toplumlar, iyi eğitilmiş ve toplum kurallarına uyan insanlardan oluşur. İnsan toplum normlarına, inançlarına, ahlak yasalarına ve yaşama biçimine ne kadar iyi entegre olursa, o kadar hem kendini, hem de toplumu mutlu eder. Tabi ki bütün bunlar, insanın kendini tanıması, bilmesi, geldiği ve gideceği yerin hesabı ve muhakemesi içinde olmaları ile mümkündür. (Şener, 1994:3)
İnsan doğumundan ölümüne kadar, bedensel, zihinsel, duygusal ve sosyal bir gelişme içindedir. İnsan değişik şartlarda, farklı davranışlar gösteren bir canlıdır. Maddî ve mânevî yaşantısı, şuuru ve şuur altı dünyası vardır.
İnsanın taşıdığı emeller, arzular, beklentiler ve istekler dünyaya sığmayacak kadar geniştir. Çünkü insan, tek zaman boyutunda yaşamaz. Geçmiş ve geleceğe doğru bir zaman seyri içinden yaşar. Bu nedenle insanın davranışlarını, geçmişini, şimdiki durumunu ve gelecek hakkında plânlarını ve ümitlerini yansıtır. (Ergün, 1996:131) İnsan maddeden mânâya, büyük-küçük her şeyi, görmek, bilmek ve yaşamak ister. Bu anlamda, çok zaman ona dünya dar gelir. Bunun için, insan küçük bir kâinat, kâinatta büyük bir insan olarak, görülmüştür.(Nûrsî, 1976:79)
İnsanın psikolojik dünyası ıslah edildiğinde, bütün insanların hayranlıkla izleyeceği örnek bir hayat anlayışı sergileyecek yetenektedir. Zararlı yönlendirmeler yapıldığında ise, canavar hayvanları bile ürküten bir tahribat içinde bulunabilmektedir. Bunun için, insanın "insan" olabilmesine yönelik çalışmalar yapılmalıdır. Bu da ancak insanı yaratanın mesajı ile baş başa bırakmakla mümkündür. (Kasapoğlu, 1997;17)
Görüldüğü gibi, fen ve sosyal bilimlerin insanla ilgili görüşleri incelendiğinde; insanın mükemmel bir varlık olduğu ve yaratılmışların en yücesinde bulunduğu anlaşılmaktadır.
Bu kadar harikalıkta ve mükemmellikte yaratılan insan, kendini tanımalıdır. Çünkü, küçük bir kâinat olan insan, kâinat kadar sırlarla doludur.
Sayıları milyonları bulan galaksileri, güneşten milyarlarca defa büyük yıldızları keşfedip, hükmetme çabasında olan insan; kendini keşfedip, kontrol etme ve varlığına en uygun yaşam şeklini bulma gayretinde görülmemektedir. Halbuki, o mânevî yapısı itibariyle bir kâinattır ve bütün yaratılmışlardan üstündür.
Maddî ve mânevî olarak harikulade bir yapıya sahip olan insanın, kendisine ve topluma faydalı olabilmesi için, kendini iyi tanıması ve yaratılışındaki amacı iyi bilmesi lâzımdır. (Yörük, 1998; 36)
Kâinatın sırlarını keşfetmek için hayatını tüketen insan, kendi sırlarını, kendi iç dünyasını ve kendi âlemini aydınlatmalı, kendini tanımalı, vazifesini bilmeli, taşıdığı değerlerin ve yüklendiği emanetin farkında olmalıdır.
Yaradılış gayesinin ve taşıdığı değerlerin farkında olmayan insan, hiçbir şeyin farkında olmayacaktır. Başıboş, amaçsız ve hedefsiz bir hayatta hem kendisi huzursuz ve mutsuz olacak, hem de insanların huzurunu kaçıracaktır. (Şener, 1994:41)
İnsanın bilmesi gereken en temel bilim; kendisini bilmesi, yaratanını tanıması, dünyaya ne için geldiğini anlaması ve yaptıklarının hesabını vereceği bilinci içinde olmasıdır. (Nurbaki, 1990;62)
Bu anlayış insana hem düzenli yaşam, hem faydalı olma duygusu, hem de üstün başarılar getirecektir.
Zil çalmıştı. Konuyla ilgili herhangi bir görüş ortaya çıkmadan veya herhangi bir yorum yapılmadan dışarı çıkmıştık. Ama Mehmet veya Mehmet'in görüşlerini destekleyen öğrencilerden bazılarının odama gelmek isteyeceklerini tahmin ediyordum. Çünkü, bu konuda daha çok şeyler söylenecekti ve söylenmeliydi.
alıntı...............

TÜRKER 08-02-2008 13:09

düzceli mehmet(8-9)
 
MEHEMET'İ ONURE EDİYORDUM

Nitekim öyle de oldu. Tahminimden yanılmamıştım. Odamın önüne vardığımda Mehmet'in kapı önünde beklediğini gördüm.
Son derece sıcak bir ilgi gösterdim, odama aldım, elini sıktım ve çay söyledim.
"Zamanım bol Mehmet, dedim. Rahat otur. İnanıyorum ki, bu türlü buluşmalar ve konuşmalar dostluklarımızı pekiştirecek ve birbirimizin görüşlerinden yararlanma fırsatı verecektir.
Son derece nezaketli, tatlı ve seviyeli bir sohbet başlamıştı. Daha çok Mehmet'i konuşturuyor, bu vesileyle onun fikir ve görüşlerini alıyordum. Mehmet'in anlattığı en radikal ve can sıkıcı konulara bile tepki göstermeden büyük bir sükûnetle dinliyordum. Sonra da incitmeden, kırmadan ve damarlarına dokundurmadan kendi görüşlerimi anlatıyordum.
Çok şiddetli itiraz ettiği zaman bile;
"Senin bu şekilde düşünmeni saygıyla karşılıyorum. Tabi ki farklı değerlendirme çok normaldir. Konulara farklı bakmak, dostlukları zedelemez, diyerek Mehmet'i sürekli onure ediyor ve değer verdiğimi göstermek istiyordum.
Sohbetler ilerledikçe görüşler ortaya çıktıkça ve sorulara cevaplar verildikçe, karşılıklı anlayış, kaynaşma ve hoşgörü pekişmeye devam ediyordu.
Karşımda oturan, inançsız, inkârcı ve mânevîyat ve din adına hiçbir şeyi kabul etmeyen öğrencimle bir konuda anlaşmış gibiydik.
Bunu, ayağa kalkıp, çıkmak için müsaade istediği zaman kendisi ifade etmişti.
Elini bana uzatarak;
"Bu sohbet için teşekkür ederim, hocam, dedi. İnanıyorum ki, bu sohbetlerin arkası gelecektir.
Ben de, bütün iyi dilek ve samimiyetimi tekrar sıralayarak, Mehmet'i son kez onure edip uğurladım.
Dostluğumuzun ve karşılıklı samimiyetimizin ilerlemiş olmasına çok seviniyordum. Düzceli Mehmet bu zararlı ve tehlikeli fikirlerden kurtulursa, çevresine çok faydalı bir insan olabilirdi.
Bu tür sohbetlerin ve görüşmelerin artması gerekiyordu.
Dersler devam ediyordu. Düzceli Mehmet'in de derslerde, çok anlamsız, hayatı gibi darmadağın soruları da devam ediyordu. Ama, ben mümkün olduğu ölçüde, kırmadan, kızmadan ve kendisine değer vererek, sorularını cevaplandırmaya çalışıyordum. Hatta bazı öğrenciler, bu duruma zaman zaman itiraz ediyorlardı.
"Neden bu adama bu kadar değer veriyorsunuz, hocam diyorlardı. Onunla muhatap olmak bile yanlıştır.
"Hayır... Ben o kanaatte değildim.
Her, problemli öğrencinin, problemlerini çözecek bir yol vardır. O yol bilinmediği takdirde, bu problem çözülemez, denilmemeli. Belki de o problemi çözecek bir yolun bulunması için daha fazla gayret gösterilmelidir.
Bu noktaya dikkat çeken Bedîüzzaman Hazretleri: İnsanı bir kapılı saraya benzetir. O kapıların hepsi kapalı olsa da, yalnız birisi açık olsa, "o saraya girilmez" denilmeyeceğini ifade eder. İnsanda bütün olumsuz tavırları ve ele alınmaz yönleri olsa da, mutlaka ona yaklaşılacak, bazı doğruları gösterecek bir yönünün, bir tarafının, bir damarının bulunabileceğini anlatır.
Bu tespit, eğitim açısından son derece önemlidir. Kötü, yanlış, eksik ve yaramaz diye vasıflandırılan insanlar bütün bütün dışlanıp, bir kenara itilmemeli. Onlarla diyalog yolları sonuna kadar denenmeli. Görülecek ki, bir tarafından, onun kalbine ve aklına bir yol bulmak ve bazı hakikatleri anlatmak mümkün olacaktır.
Düzceli Mehmet'le iyi bir diyalog kurmuştuk. Karşılaştığımız zaman ceketinin düğmesini ilikler, saygıyla eğilir ve hal hatırımı sorardı.
Hatta çok zaman da espri yaparak espri yaparak:
"Hocam, bu saygı size özel... Başka kimseye yapmıyorum. Size torpil geçiyorum, derdi.
Ben de;
"Sen başkasın Mehmet, senin benim için samimi bir dostsun. Sana büyük güven duyuyorum. İnanıyorum ki ileride, göstereceğin başarıyla herkesi mahcup edeceksin, deyip, iltifat ederdim.
Bu da Düzceli Mehmet'in hoşuna giderdi.
alıntı.............

TÜRKER 08-02-2008 13:10

düzceli mehmet(10)
 
BEN ZEVK VE KEYF İÇİN YAŞIYORUM

Bir gün yine odama geldi,
"Hocam sizinle biraz konuşmak istiyorum, dedi.
Buyur ettim.
Kendisine has açık sözlülüğüyle:
"Hocam, sahiden beni siz ciddiye alıyor musunuz? Yoksa, rol mu yapıyorsunuz?
Güldüm.
"Sen ciddiye alınacak bir gençsin. Ben senin geleceğinde, çok ciddi şeyler görüyorum, dedim.
Bir an mahcuplaşarak:
"Sağ olun hocam dedi. Biliyor musunuz, bana verdiğiniz değer, beni biraz ümitlendiriyor. Bazen düşünüyorum, bir gün daha kötü olup büst bütün dışlanır mıyım? Yoksa, davranışlarım bir gün normalleşip, insanların beni kabul edeceği bir şekle girer miyim?
Gözlerime bakarak, bunlardan birisini tasdiklememi bekledi.
"Tabi ki, ikincisi dedim. İnanıyorum ki seni bir gün bu insanlar aralarına almakla kalmayacaklar, hatta olumlu davranışlarından dolayı seni takdir edeceklerdir.
"Hocam yine rüya görüyoruz galiba, diye gülümsedi. inanmak istemedi.
Konuya biraz ciddiyet ve derinlik kazandırmak için bazı sorular sordum.
"Mehmet sence biz neden varolmuş olabiliriz? Bütün bu kainat niçin bize hizmet ediyor olabilir?Yani hayatın gayesi nedir? Ne için yaşıyor olabiliriz? dedim.
Hiç düşünmeden atıldı.
"Hocam, dedi, ben hayat felsefemi daha önce anlattım. Ben zevk ve lezzet için yaşıyorum. Beni ne mutlu ediyorsa öyle davranıyorum. Benim için, hayatın bir anlamı bir kuralı yoktur. Yaşayabildiğim kadar ve yaşayabildiğim şekilde, bir hayat sürüp, çekip gideceğim. Ölünce de, ne olursa olsun. Benim için her şey bitmiştir.
"Yani hayvan gibi başıboş ve serbest yaşamak, istediğin her şeyi yapmak, ölünce de bir tarafa atılmak...
"Evet hocam, aynen öyle...
Bu değerlendirme içime ok gibi saplanmıştı. Eğitim sistemimizin canlı mahsullerinden birisiydi. İnsanın maymundan geldiğine, hayatın zevk ve lezzet için olduğuna, ölünce de bir hesabın olmadığına inanan bir mantık...
Böyle bir mantıkla yetişen bir insanın, kime ne faydası olacaktı? Ne ailesine, ne topluma ne de devlete...
Yaptıklarından dolayı bir hesaba inanmayan bir insanı kim kontrol edebilirdi? Böyle bir insanı durdurmak için, devletin ne kadar polis, araç ve gereç istihdam etmesi gerekiyordu. Her türlü tedbir alınsa bile, insanın kötülükleri ve zararlar tamamıyla önlenebilir miydi? Veya, insan tam anlamıyla kontrol etmek mümkün olur muydu?
Peki neden bu gerçek hâlâ görülmüyordu?
Mehmet'e döndüm.
"Sana bir soru daha sorabilir miyim, dedim.
"Buyurun hocam, dedi.
"Allah korusun senin aklî muhakemen yerinde olmasa da, bir hekime gitsen seni sıhhate kavuştursa, o hekime karşı nasıl bir borç altına girdiğini düşünürsün?
"Hocam ne demek? Deli bir insanı akıllandıran bir doktora bir ömür fedâ edilir. Çünkü hekim bir hayat sunmuş oluyor.
"Peki, gözlerin olmasa ve dünyayı hiç görmesen. Birisi gelip sana göz taksa ve görmeye başlasan, gözünü açan kişiye karşı nasıl bir minnet altına gireceğini varsayarsın?
"Yani, ona da bir ömür verilir. Çünkü fiyatı çok fazla olmalıdır.
"Konuyu uzatırsak, dil, ağız, burun, kulak ve özet olarak bütün organların için aynı şeyi düşünürsek, insanın borcu ne kadar olur?
"Ooo hocam bu hesaplanamaz. Buna ömür değil, binlerce ömürler yetmez. İnsan köle olsa yine de ödeyemez bu borcu.
Mehmet'e tekrar döndüm:
"Peki Mehmet, dedim. Hiç bugüne kadar, şu sahip olduğun biyolojik ve psikolojik dünyanı ve onun mükemmel ve harika nimetlerini, bunların niçin ve kim tarafından verildiğini hiç düşünmedin mi?
Veya soruyu şu şekilde sorarsak;
İki göz, bir akıl, bir dil veya herhangi bir uzuv için, karşılığında köle gibi çalışmak göze alınır ve bu aklın gereği ise; şu mükemmel vücut sarayını ve şu muhteşem biyolojik ve psikolojik âlemi bizlere sunan, kâinatı milyarlarca nimetlerle doldurup, bize veren kudret sahibine, ne gibi ve nasıl bir borcumuzun olduğunu hiç düşünmez miyiz?
Bütün alemi emrimize veren ve peşimizde koşturan zâtı merak edip, bilmek ve tanımak istemez miyiz? Bizden ne istediğini sormak aklımıza gelmez mi?
Mehmet sustu ve bir müddet daldı.
alıntı..........

TÜRKER 08-02-2008 13:11

düzceli mehmet(11)
 
BİNLERCE NİMETLERİ SUNAN ZAT, BUNLARI BEDEVA VERİR Mİ?

Ben devam ettim.
"Hayatımıza binlerce nimetleri sunan zât, bunları hiç bedava verir mi? Bunların bir hesabı olmaz mı?
Mehmet üzgün ve bitkin bir şekilde;
"Hocam, dedi. Lütfen bu konulara girmeyin. Bu konuları düşünmek istemiyorum. Bunlar ince şeyler. İçinden çıkamıyorum ve rahatsız oluyorum. Bırakın nasıl yaşıyorsam öyle devam edeyim.
"Bu savuma bir çare değil, dedim. Bizi bu dünyaya gönderen, bizlere bedava nimetler sunan zât bir gaye için göndermiş olmalı ve alıp götürdüğü zaman da bir hesaba çekmelidir. Çünkü, her alışverişin bir karşılığı ve bir hesabı vardır.
Bak bu konuyla ilgili değerli bir âlim şunları ifade ediyor:
"İnsan bu dünyaya keyif sürmek ve lezzet almak için gelmediğine mütemadiyen (devamlı sûrette) gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlaşması ve mütemadiyen zeval (yok olma) ve fîrak (ayrılık) ta yuvarlanması şâhittir... Demek insan dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve sâfâ ile ömür geçirmek için gelmemiştir. Belki azim bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaret ile ebedî, dâîmî bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir." (B.S. Nûrsî)
Düzceli Mehmet birden ayağa fırladı.
"Hocam, dedi, bunlar çok ciddi şeyler. Ben henüz bunları dinlemeye ve kaldırmaya hazır değilim. Benim bir dünyam var, yuvarlanıp gidiyorum. Bu gibi şeyleri dinlersem, ya değişmem lâzım, ya intihar etmem lâzım. Rica ediyorum, bana şimdilik dokunmayın n'olursunuz.
İç aleminde bazı fırtınaların estiği ve bazı hesaplaşmaların olduğu belliydi.
Ben de ayağa kalktım.
"Peki, dedim. Senin dediğin gibi olsun. Bu konuyu kapatalım. Daha sonra görüşür.
Karşılıklı memnuniyetlerimizi belirttik ve ayrıldı.
Birkaç gün sonra Mehmet'le okul bahçesinde karşılaştık. Yine büyük bir saygıyla beni selamladı ve nezaketle elime uzandı.
Ben de onun hoşuna gidecek bazı iltifatlarda bulundum.
"Hocam, beni hiç arayıp sormuyorsun, dedi. Yoksa unuttunuz mu?
"Mehmet, seni nasıl unuturum, diye cevap verdim. Sen unutulmayacak kadar, farklı bir insansın.
Yine kendine has girişken tavrıyla:
"Hocam geceler uzun. Ya ziyaretimize gel, ya da bizi davet et, biz gelelim. Okulda zaman dar olduğu için uzun süreli görüşemiyoruz.
"Tamam, dedim. Ama biliyorsun ben de burada bekar kalıyorum. Ama hafta sonu seni evime davet edebilirim. Birlikte küçük bir yolculuk yaparız, hem de seni misafir ederim, hem de bol bol sohbet ederim
"Hocam sahiden mi? diye sordu.
"Evet dedim. Sahiden tabi...
"Yani yengeye sormadan mı karar veriyorsun, diye takılmak istedi.
Gülüştük.
alıntı...........


WEZ Format +3. Şuan Saat: 15:24 - Tarih: 04-29-2024..

Powered by vBulletin 3.7.3
Copyright © 2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Copyright © İBADETREHBERİ Forum, All Rights Reserved
Web Tasarım: @Türker
Her Şey ALLAH(c.c) Rızası İçin.